30 Ekim 2007

Gökova Pedallarımın Altında

25-28 Ekim arasında yapılan "Gökova Pedallarımın Altında" turuna iştirak etmiş bulunuyorum. Yaklaşık 320 km olan güzergahta neler oldu neler. Anlat anlat bitmez. Sağ salim bitirdik ve bunlar ilk fotoğraflar. (Tıklayınca büyükleri açılıyor)


Share/Bookmark

5 Ekim 2007

Kâğıda


Kâğıda çizmeyi özlemişim. Şu an oturduğum sandalyeyi çizip Photoshop ile biraz oynadım.


Share/Bookmark

25 Eylül 2007

Harika Külüstürler

Benim Harika külüstürler nihayet geldi. Siyah olan meşhur 1925 model Ford T, diğeri 1931 model Ford A, çekici kamyon. Çekicinin eskitilmiş görüntüsüne dikkat. Büyük halleri için resimlere tıklayınız.




Share/Bookmark

21 Eylül 2007

Demoklesi


Geçtiğimiz Pazartesi, ABD'deki Florida Üniversitesi. Demokrat Parti'nin 2004'teki başkan adayı John Kerry öğrencilere demokrasi şovu yapıyor. Meydan boş ya, Bush hakkında atıp tutuyor, sözümona eleştiriyor. Aklıma M. Ali Birand'ı getirdi. İletişim Fakültesi öğrencisi Andrew Meyer söz alıp soru soruyor;
"Başkan Bush hakkında ABD Temsilciler Meclisi'nde niçin dava açmıyorsunuz?" ve "Başkan Bush'un da üyesi olduğu Yale Üniversitesi bünyesinde kurulan gizli birime siz de üye misiniz?"

Polisler öğrenciyi engellemeye çalışıyor ve mikrofonunun sesini kesiyorlar. Sorusuna devam etmek isteyince de zorla gözaltına alıyorlar. Daha sonra öğrencilerin gözü önünde yatırıp elektrik veriyorlar. Bir insan evladının kalkıp müdahale etmemesi insanı çileden çıkarıyor. Meyer 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacakmış.

İşte demokrasi! Eğer dönen korkunç dolapları görmezden gelir ve sessiz kalırsanız sizin için demokrasi var. Size yasaklananlar haricinde her şeyi yapabilir her haltı yiyebilirsiniz. Ama eğer ki, kafanıza takılan şeyler varsa ve yanıtlarını merak ediyorsanız demokrasinin alanı dışında kalıyorsunuz ve birdenbire ortaçağın engizisyoncularıyla burun buruna geliyorsunuz. İşte bize "demokrasi" inşa etmekte olan Tayyip'ler, Gül'ler de böyle bir demokrasiden ilham almaktadırlar. Birand'ın AB yalanlarını huşu içinde, hayranlıkla izleyen öğrencilere ne kadar "demokrat", şüphelerini dile getirenlere karşı ne kadar gaddar ve saygısız olduğunu hepimiz gördük. İstedikleri ABD'deki gibi, deli saçması bir demokrasidir. İstedikleri, Meyer gözaltına alınıp elektrik işkencesine uğrarken yerinden kıpırdamayan hayvanlar sürüsünün benzerini yaratmaktır. Kılavuzumuz bir kargadır. İtirazı olan var mı?


Share/Bookmark

17 Eylül 2007

Ziyaretçi


Bu arkadaş eve girmiş. Yakaladım ve epey samimi olduk. Bahçeye bırakmadan önce profilden poz verdi, çektim.

Heykelim de bitti. Sonrakinde vücuda duruş ve hareket vermeli.


Share/Bookmark

11 Eylül 2007

Allende Allende


Viva Unidad Popular!
No nos olvidaremos de usted!
Seni unutmayacağız Allende...


Share/Bookmark

7 Eylül 2007

Biraz Daha Et


Kalın, bodur bir adam oluyor. Önemli olan anatomi deneyimi tabii :)


Share/Bookmark

6 Eylül 2007

Başlangıç Noktası


Bu evde doğmuşum. İşgal döneminde ruslar tarafından inşa edilen ve kışla olarak kullanılan bu bina, Cilavuz Köy Enstitüsü kurulduktan sonra personel için lojman olarak düzenlenmiş. Dedem de orada çalıştığından bu evde kalmaktaymışlar. Soğuk bir Aralık sabahı bu evde doğmuşum.

Köy Enstitüsü'nden kalan her şey gibi bu bina da ölüme terkedildiğinden şimdi harabe halinde. Biraz Photoshop kullanarak rötuşlamaya çalıştım. O halini koymaya yüreğim elvermedi.


Share/Bookmark

28 Ağustos 2007

Müftü

Evvelsi yıl. Doğalgaz için çaktırmadan istihbarat toplayacaklar. Sobalı ve kaloriferli evler belirlenecek, sözümona kalorifer sistemleri denetlenecek ve sobalı evlere de soba yakma teknikleri hakkında bilgi verilecek. Kaloriferler için makina mühendisleri görevlendirildi. İkişerli gruplar halinde dolaşıp terör estireceğiz kalorifer dairelerinde. Bana tam işin erbabı bir partner düştü. -muş gib yapmanın ustası, kontrol etmeden kontrol etmiş gibi yapan, arada da ateşçilere fırçalar atan bir arkadaş. İşin gerçek amacını tahmin ettiğimden ses çıkarmıyorum, ona uyuyorum ben de.

Kamu kurumları, okullar, hanlar, hamamlar, vesaire, her şey var bölgemizde.

Bir gün sıra müftülük binasına geldi. "Buradan sorumlu kim?" dedik. Üstümüzde tek tip kıyafetler, bakışlarımız sert ve kararlı; hemen bulup getirdiler sorumluyu. Müftü tabii. Sonra ateşçiyi istedik. İki dakikada karşımızda. Kontrol ediyormuş gibi yapıp müftünün odasına çıktık. Çaylarımızı yudumlarken muhabbet koyulaştı ve ekip arkadaşım zırvalamaya başladı. Bir rüyasını en ince ayrıntısına kadar anlatmaya başladı. "Hocam, gökyüzünün yarısı siyah, yarısı beyaz, ben siyah taraftayım, beyaz tarafa doğru gitmeye çalışıyorum, ileride adamlar var, bana şöyle dediler, böyle dediler, ben şöyle yaptım, böyle ettim..." Sıkılmaya başlamıştım ki, sadede geldi, "hocam, bu rüyam hayır mıdır, şer midir?" En renklisinden, muhtemelen bir tavuz kuşu tüyünü anlattıklarının orta yerine dikti yani.

Müftü dikkatlice dinledikten sonra sakin bir ses tonuyla "rüyalar genellikle insanların düşünme süreçlerinin devamıdır. Geçmişten, gelecekten, ya da bilinmeyen bir şeyden haber vermez. Bu kadar uzun ve karışık bir rüya muhtemelen fiziksel bir rahatsızlığınız yüzünden ortaya çıkmıştır..." Dedi.

Morarmış arkadaşımla olay yerini terkederken karmaşık hisler içindeydim. Biz bilimsel eğitim görmüş insanlardık, müftü dinsel eğitim görmüştü. Neyle nerede karşılaşılacağı belli olmuyor, değil mi?


Share/Bookmark

Şimdi de Tüm Vücut


Sculpey ile ikinci denemem. Bu kez de tam bir vücut deneyeceğim. Telden yaptığım iskeletin üzerine kapladığım ilk katmanı fırında pişirdim. Daha doğrusu yaktım :) Bacaklardan belli oluyordur. Neyse ki üzerine kapladığım tabaka örtecek. Oldukça küçük çalışıyorum. Zira çamurum az. Daha birkaç model çıkarmalıyım kalan çamurla. Yandaki kibrit kutusu modelin boyutu hakkında fikir verebillir.


Share/Bookmark

24 Ağustos 2007

Putin'e Benziyor Yandan


Sculpey hamuruyla ilk derli toplu deneme. Çok küçük yaptım. Boyu 5 cm kadar. Ayrıntı eksikliği biraz da bu yüzden. Vladimir Putin'e benziyor yandan sanki.


Share/Bookmark

23 Ağustos 2007

Sadeleştirme

Kendimce bir sadeleştirme yapmayı deneyeceğim:

1. Yalçın Küçük, Anadolu üzerine örtülü bir Yahudi-Ermeni savaşı olduğunu yazar. Sağlam kanıtları da vardır. Türkiye'nin hemen tüm tezlerine aykırı tutuma sahip olan İsrail "her nedense" "Ermeni soykırımı" iddiaları konusunda Türkiye'nin yanında yer alırdı. Bayram değil, seyran değil, neden? Yalçın hoca yanılmıyordu büyük olasılıkla.
Ama bir şey oldu; ABD'deki Yahudi lobisini temsil eden ADL birdenbire soykırım iddialarını tanıdı! Çok derinlerde, çok ciddi şeyler değişti. Bekleyin, yakında su yüzüne inanılmaz dalgalar vuracaktır.
2. Finans sektörü yabancıların denetimine geçiyor. Büyük ortağı yabancı olan kurumlar millete bolca kredi açıyor. Millet bu yabancı krediyle ev, araba, buzdolabı, televizyon, motosiklet alıyor. Bu alışverişlerin kârının önemli bölümü de tüketim malları satan firmaların yabancı ortaklarına gidiyor. Son beş yılda öyle ya da böyle borçlandırılmış bir halk yarattılar. Borçlu insan en çok ekonomik krizden korkar. Sözde bir istikrara tanrı gibi tapar. Kriz tehdidiyle borçlu insana her şeyi yaptırabilirsiniz. Bırakın yüzde kırkyediyi, yüzde yetmişi bile yaptırırsınız. Bu politikayı bir eşek bile uygulasa başarılı olur.


Share/Bookmark

19 Ağustos 2007

Olmayanın Hissettirdikleri

Azı dişlerimden birini çektirmiştim. Çektirdikten sonra bir süre o olmayan dişim ağrımıştı. Kökü falan değil, basbayağı olmayan dişin kendisi ağrımıştı. Kolunu, bacağını ya da başka bir uzvunu kaybedenlerin de o olmayan uzuvlarının ağrısını yıllarca çektiklerini okumuştum. Hattâ sağ bacağı olmayan bir adam, sağ bacağının baş parmağının ağrısından geceler boyu uyuyamamaktadır.

Olmayanın acısını hisstemek... Bazen kendimi yurtdışında canlandırırım ve memleket hasretinden için kavrulur. Hiç yurtdışında yaşamadım ama o hasreti tattım. Garip ama gerçek. Yukarıdaki örnekle bir bağıntısı olabilir mi?


Share/Bookmark

16 Ağustos 2007

Koltuk

Bazı koltukları hiç sevmem. Tepenizde biri size bir operasyon yapacaksa o koltuk benim için en kanlısından elektrikli sandalye gibidir. Dişçi, berber, göz doktoru kollarınızı o insafsız ve altedilmez kayışla koltuğa mıhlar. Boynunuzu da öyle. Kafanızın üstüne suyla ıslatılmış süngeri yerleştirir. Elektrodların temas ettiği yerleri de seyreltik asitle ıslattıktan sonra cellada dönüp başını sallayarak işaret verir.

Papaz gibi diye tabir edilir, saçlarınız uzamıştır. (kel papaz yok mu ki?). Başka çare kalmamıştır. Dükkana girersiniz. Neyse ki tüm koltuklar doludur. Oturup kurbanlık koyun gibi sıranızı beklersiniz. Sehpaların üstünde spor gazeteleri görürsünüz. Hayatınızda hiç bir yeri olmayan bu gazeteler bile çaresizliğinizi paylaşan bir dosta dönüşüverir. Derken koltuklar boşalır ve size sıra gelir. "Durun, daha Alex'in transfer dedikodularını okuyacaktım, kıymayın bana..." demek gelir içinizden. Kös kös kalkar, o koltuğa kendi rızanızla oturursunuz. Cellat sizi hazırlamaya başlar. Su püskürten bir şişeyle başınızı güzelce ıslatır. Elektriği daha iyi geçirsin diye olmalı... Derken idam önlüğü, boynunuzun arkasından geçirilip iğnelenir. Zaman zaman ense derinize zaptedilir. Gıkınız çıkmaz. İdam yaftası önünüze asılır: "Her ay düzenli olarak papaz gibi olan bu adam, tüm uyarılara rağmen yine papaz gibi olmuştur. İdamına karar verilmiştir!"Sonra o korkunç makas, hani şu şakladıkça kendini bileyenlerinden; son isteğinizi sorar. Mertçe "yoktur!" dersiniz. Oysa boğazınız kurumuştur, bir şey söyleyecek hal kalmamıştır. Cellat etrafınızda fır fır dönerek makasıyla dansetmektedir. Yutkunmaktan gırtlağınız ağrır. Karşınızdaki aynaya bakmaya yüreğiniz elvermez. Musluğun üzerindeki bir noktaya sabitlenir bakışlarınız. Bir süre sonra cellet yöntemini değiştirmeye karar verir. Usturasına en doğrayıcı jiletini takar ve ensenizde bir ölüm dansına başlar. Kafanızda, ensenize boyuna sürtülen jiletin kaç saniyede omuriliğinizi bulacağını hesaplarsınız.
Derken cellat, olayın tadını farklı bir yöntemle çıkarmaya karar verir. İspirtoyla tutuşturduğu bir meşaleyle dansına devam eder. Kafanızı yakarak öldürmeye karar vermiştir. Kulaklarınıza sert salvolar yapar meşale. Alevleri kulaklarınıza sokup beyninizi haşlamaya karar vermiştir muhtemelen. Yanık kıl kokusu ortalığı sarar. Tam sonuna geldik derken cellat bir şey daha denemeye karar verir. Az önce usturayla oluşturduğu mikro kesikleri alkolle doldurarak acıdan öldürmeye karar vermiştir. Avuçlarını kolonya ile doldurup şap şap ensenize vurur. Yine gıkınız çıkmaz. Ölüm nereden ve nasıl gelirse hoş geldi sefa geldi dersiniz.
Ama aniden bir şey olur. İdamınız durdurulmuştur! Şartlı olarak serbest bırakılırsınız. Şart ise bir daha papaz gibi olmamaktır!


Acaba ben 5 yaşındayken göz muayenemi yapan tuhaf doktorun söylediklerini yapmadığım için beni tokatlamasıyla mı oluştu bu fobi? Kim bilir?


Share/Bookmark

11 Ağustos 2007

Paradise Now




Az önce izledim "Paradise Now" adlı filmi. Konusu falan bir yana, filmin başrol oyuncusu Kais Nasif'in tipi dikkatimi çekti. İşte filmden birkaç kare. Birine feci şekilde benzetiyorum. Kime? (Resimlerin daha büyük hallerini görmek için üzerlerine tıklayın)


Share/Bookmark

10 Ağustos 2007

Paylaşmak Güzel Şey

Bir şarkı duyarsınız ya da aklınıza gelir. Onu bulmak için internete dalarsınız. Arama motorlarında bin tane sonuç çıkar. Büyük olasılıkla bir tanesi bile amacınıza ulaştırmaz sizi. Sinirlenir, bırakırsınız. Bazen de akla hayale gelmeyecek genişlikte müzik kaynakları bulursunuz. Aradığınız her şey vardır.
3D'ci dost Erkan sağolsun, böyle iki kaynaktan haberdar etti. İlki ,binbir ülkeden binbir albüm. Her gün de yenileri ekleniyor. İkincisi her konuda şaşırtıcı sitelere sahip olan Rus kardeşlerimize ait. Müzik, program, hobiler ve akla gelebilecek her konuda indirilebilir kaynaklar sunuyorlar. İndirme inklerine ulaşmak için üye olmanız gerekiyor. Sayfayı ingilizce görüntülemek için babelfish'i kullanabilirsiniz.


Share/Bookmark

9 Ağustos 2007

Sona Doğru


Son rötuşlar...


Share/Bookmark

7 Ağustos 2007

Render


Share/Bookmark

6 Ağustos 2007

Yaşam








Yaşamı matematiksel bir modelle ifade etmek beyhude bir çaba. Ama beyhude çabalar göstermek de yaşamın gerçeklerinden biri. Bir deneme yaptım...


Share/Bookmark

2 Ağustos 2007

Ters Asimetri (çoğunluğa göre tabii)

Binbeşyüz tane bilimsel açıklaması var, hangisine tâbiyim bilmiyorum ama, ben solağım. Şekillenme, yaşken eğilme evremde kimse müdahale etmediğinden olmalı ki, elde solak, ayakta sağlak, veya başka türlü garip kombinasyonlara sahip olanlardan olmadım. Baştan aşağı solağım! El, ayak, kulak, göz, bilumum asimetrik organda sol tarafım baskın. Simetrik organlar arabuluculuk etmeye kalksa da, durum değişmiyor.

Ben de dahil herkes, bir solak sol eliyle iş görürken garipser. Bir terslik, bir beceriksizlik vardır sanki. Tabii yanılsama. Bugüne kadar soğan doğrarken, patlıcan oyarken, yeri süpürürken az insan elimden iş almaya kalkmadı. Halbuki çoğundan iyi yaparım. Ama alışılmayınca beceriksizlik algısı değişmiyor ne yazık ki.

Klasik sorunlarımız; solaklara göre yapılmayan her tür âlet edevat. Makasın bile sağlaklara göre yapıldığını söyleyeyim de görün neler çektiğimi.
-Telli çalgılar (Sırf ters olduğu için bir kontrbas gördüğümde onu çalma isteğimi içimin kızgın kumlarına gömmek mecburiyetinde kalıyorum)
-Otomatik tüfek (Sırf kurma kolu ters yanda olduğu için yanımda tüfek taşıyamıyorum, bana reva mı?)
-Plan çete (öğrenciliğimde teknik resmi bu aletle çizerdik ve kollarımı çaprazlayarak debelenmekten yorgun düşerdim)
-Başkasının bilgisayarındaki fare (fareyi sola al, kablolarına durumu izah et, git ayarları değiştir, olacak iş mi?)
Dikiş makinası (Sırf dikilen kumaşın sağ elle yönlendirilmesi zorunluluğu olduğundan dikiş makinası kullanmaktan acizim. Yazık ya.)
Soldan sağa yazı (usta izcinin arkasındaki izleri silmeye çalışması misali, yazdığınız yazının üstünden bir de elinizin yanıyla geçmenin nasıl bir rezalete yol açtığını tahmin edebilirsiniz. O yüzden kurşun kalem kullandığımda ne elimde, ne de yazıda hayır kalırdı. Arapça ya da ibranice öğrenmeliyim)
Kalem (Abarttım galiba)

Solak olmanın avantajları yok mu? Bu güne kadar dezavantajları olup da avantajından bahsedilmeyen tek bir kavram görmedim. Bir çeşit avutma mı, topluma kazandırma çabası mı bilmiyorum, birileri avantajlarından bahseder. Yemezler...


Share/Bookmark

29 Temmuz 2007


Share/Bookmark

28 Temmuz 2007


Share/Bookmark

Sıra Küçük Teknede


Share/Bookmark

Konuşacak Ne Kaldı?

Yaşam denilen şeyin içinde debelenirken kaçınılmaz olarak birileriyle karşılaşıyorum. Artık işlevini tamamen yitiren ve bir ritüel gibi uzatmaları oynayan selamlaşma faslı en sancılı olan şey benim için.
-Nasılsın?
-İyiyim
-Sen nasılsın?
-Ben de iyiyim.
Bu iki kişi, yukarıdaki töreni gerçekleştirdikten sonra öküz gibi susup kalmamak için çareler aramaktadır ve büyük olasılıkla ikisinin de aklından sıcaklardan bahsetmek geçmektedir.
-Sıca..
-Çok sıcak yaa...
-Evet, evet
Tüh! bu konu da elinde patladı.
Sırada seçimler konusu var, endişeye mahal yok.
-Her iki kişiden biri AKP'ye...
-Sen mi, ben mi?
-Eee, hehhe
-Bu millete müstah...
-Başta Baykal varken bu parti...


Neden ey yüce insanlık?! Neden ey yüce yer, yüce gök? Neden bu çamurlaşmaya mahkumuz? Neden zihinlerimizi yarıp parçalarcasına ortaya dökülüveren heyecan verici, göz kamaştırıcı sözlerimiz yok? Neden hâlâ kurmalı fareler gibi zembereğimizi boşaltmaktan mazoşist bir haz alıyoruz??
Karşılığı henüz ödenmemiş ve ayda 300 milyon kazanan gecekondulu adamların kanı, irini, gözyaşı, lümpenliği, zorbalığı, karısına köpek gibi davranması ile ödenecek milyar dolar borçlarla finanse edilen orta sınıf konforumuz neden bizi TV izleyen, kahve içen, bulduğu her şeyi tüketen kertenkelelere dönüştürüyor? Tükettiklerimiz bizi tüketiyor. Konuşacak mevzu bulamıyoruz. Birbirimizin gözüne bakamıyoruz, neyin suçluluğunu yaşıyoruz?

O 300 milyon alan adamdan neden köşe bucak kaçıyoruz? Kendi dahil tüm memleketi kesif bir karanlıkla cezalandırınca mı aklımıza geliyor onun zekâ düzeyi?

Yaşam tarzımızın (siz tüketim alışkanlıklarımız diye okuyun) değişmesinden gayrı neyi önemsiyoruz ki?
Gelen fırtına hepimizi yerden yere çalacak. Farkında mıyız?
Efendim? Var mı bir söyleyeceğin? Yok mu? Sen bilirsin.
Morgıç, pejo dörtyüzaltı, prag turu... Bunlar son sözlerin olabilir...


Share/Bookmark

Suya İndirdim


Vapurun eksikleri var henüz ama, sabredemedim, suya indirdim. (Resme tıkla sayın ziyaretçi)


Share/Bookmark

27 Temmuz 2007


Share/Bookmark

26 Temmuz 2007


Share/Bookmark


Share/Bookmark


Share/Bookmark


Share/Bookmark

25 Temmuz 2007

Tersane Kurdum


Share/Bookmark

8 Temmuz 2007

Suda Hayat

Yüzmek deltoid kas gruplarından parmak kaslarına kadar tüm vücudu çalıştırır. Hattâ iç organları bile ikna edebiliyordur. Bizim okulun spor kompleksine kayıt yaptırdım. Şort, yüzme gözlüğü ve boneyi tedarik edip havuzun yolunu tuttum. Olimpikmiş. Deniz gibi. Acelesi olanlar için feribot seferi koysalar yeridir. Neyse ki atlamak yasak, böylece suya atlayamadığım çakılmıyor.
Boneyi iyice çekip gözlüğü indiriyorum. Ve o anda bir şey öğreniyorum; denizde yüzdüğünü sanabilirsin ama havuzda her şey meydana çıkar. Akdeniz ve Karadeniz'in kaldırma kuvvetleri bağlamında yüzme üzerindeki etkileri üzerine baygınlık verici kıyaslamalar duymuştum ama, Karadeniz'le bile kıyaslanamayacak olan bu kampus denizindeki "batırma kuvveti" konusunda hiç bir şey bilmiyordum. Bozuntuya vermeden yüzer gibi yapıyorum. Aslında yaptığım, su üstünde kalmaya çalışmak. Biraz ilerleyip sırtüstü geri dönüyorum. Eee, şimdi ne olacak? Seansın bitmesine daha iki saat var. Kulvarımın başından etrafımı süzüyorum. Yan kulvardaki arkadaş mağrur bir eda ile "bu havuz ne ki, Manş denizi'ni getirin, dört kulaçta bir nefes yenileyerek aşayım" dercesine bakıyor. Kafasını bir iki sallayıp boyun egzersizi yapıyor ve başlıyor yüzmeye. Herkes yüzüyor yahu!
Biraz sonra bir deneme daha yapıyorum. Bu sefer daha iyi. Kulvarın sonuna kadar gidiyorum. Epey bir dinlenip gerisin geri... Tam yarıda bacağıma kramp giriyor. Mecburen sırtüstü dönüp yavaş yavaş devam ediyorum. Daha birbuçuk saat var. Kafamı batırıp gözlüğümle suyun dibine bakıyorum. Bir an aklıma geliyor, bu durum bir rontgen algılamasına yolaçabilir ve suya dokunmaktan gayrı her şeyin yasak olduğu bu havuza üyeliğimi sona erdirebilir.
Biraz daha bekliyorum. Bi şey yapmalı... Saçma ama, su altında nefes tutma denemesi yapmaya karar veriyorum. Yüzümü havuzun duvar tarafına çevirip dalıyorum. Bir, iki, üç, dört,...
53, 54, 55...
Şu an, çelik bir kafes içinde olsam ve sudan çıkmamın imkanı olmasa... 56, 57, ...
Kafes kapalı, suyun yüzeyi metrelerce yukarıda olsa... Biliyorum, en fazla bir buçuk dakika dayanabilirim. Ondan sonrası? Ölüm...
İnsan böyle bir durumla çok nadir karşılaşır. En ağır hastalıklara yakalansanız, en paramparça kazalara uğrasanız da hep bir umut vardır. Az da olsa... Ölüm ihtimali ile kurtuluş ihtimali kıyasıya kavga eder gözünüzün önünde. Ve büyük olasılıkla siz 'ölümün artık kesin olduğu an'ı farketmezsiniz bile. Ani ölümlerde zaten hiç bir zaman ölüm duygusuyla karşılaşmazsınız.
Ciğerinizdeki son hava molekülleri de yanaklarınıza doldurulup defalarca solunduğu için alabildiğine karbondioksit yüklü olarak dudaklarınızdan süzülür. Çelik kafesin parmaklıkları arasından yukarıya doğru dansederek çıkarken bırakmayın beni dercesine peşlerinden bakakalırsınız.
Ölüm!
Kesin!
Otuz saniye kaldı!
Yaşıyorum, yaşadığımı biliyorum. Öleceğimi biliyorum. Hem de otuz saniyeden az zaman sonra. Her zaman zorda kalınca çıkar yol bulmaya ayarlıdır aklımız. Şimdi, bu durumda bir et parçasından farksız hale geliyor işlev olarak. Göğüs kafesin kasılmaya başlıyor. Dudaklarını zorlayan su, akbaba gibi, nefes alma refleksi sonucu ağzının açılmasını bekliyor, bronşlarını ölüme boğmak için. Bilincin gidip gidip geliyor. Beynin, olmayan olasılıkları tartmaya devam ediyor boş yere. Bir işkence olsa bu, elbet şartlı olarak suyun altında tutuluyorsundur. Kendime ihanet etsem kurtulurum diyorsun. Ama o da yok. Kendine ihanet etme şansın bile yok. Ey ölüm, ne uzaksın insana dair olandan!
Yukarıda şimdi birisi çay demlendi mi diye bakıyordur, mis gibi buğuyu içine çekerek. Derdi tasası yoktur. Oysa ben kalan birkaç saniyemin korkunçluğunu yaşıyorum. Ölüm, "yok edeceğim seni" diyor. En korkunç olanı da şu: Yok olmak nasıl bir şey?
Ben henüz gencim, yarısını yediğim elma masanın üzerinde beni bekliyor, kırdığım arkadaşımdan özür dileyecektim daha. Son yaptığım resme rötuş yapacaktım. Bunlara yüreğin yumuşar mı ölüm? Cevabı bile yoktur ölümün. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük onu yok saymaktır; ölüm insanı yok ederken yok saymayı başarabilendir.
Ölümden daha korkunç bir şey var mı?
Evet.
Ölüyor olduğunu bilmek.
Sudan çıkıyorum. Yaşadığıma şükredeceğimi sandınız, değil mi? Kimse kendisini kandırmasın, henüz sonunun ne zaman geleceğini bilmediği için de yaşamına yalakalık yapmasın. Ölüm en yakınımızdadır.


Share/Bookmark

28 Haziran 2007

Her Gün Yürürüm Bu Yolu

Telefon pis pis çaldı. Patron. Güneş en acımasız pozisyonunda, işe gideceğim. Dereyi görmeden paçalar; binadan çıkmadan güneş gözlüklerini takıyorum. Binanın otomat elektriğini kesmiş tedaş efendi. İsli camlar önümü görmemi engelliyor. Çıkarasım yok. El yordamıyla dış kapıyı bulup atıyorum kendimi dev fırına. Alttan ve üstten pişirmeye ayarlanmış; yer tam ayıya dans ettirecek cinsten.
Yürü allah yürü. Belediye dibe köşeye dikey çeşmeler koymuş. Şu yukarı fışkıranından. Dikkatimi çeker hep, oralardan su içenlerin neredeyse tamamı kadınlar ve kızlar. Neden ola ki? Erkekler kendilerine yakıştıramıyor mu acaba oradan su içmeyi?
Yürü yürü, karşıya geç. Geçebilirsen tabii. Tampon tampona binlerce ithal araba, "ölürüm de sana geçit vermem!" diyor. Bekle umutsuzca. Sonra bir nevi çaresilik ve umutsuzluk duygusuyla kendini yola at. Bunda bir çeşit intihar eğilimi olabilir. Tamponu yamulmasın diye mecburen fren yapan biri, araba ordusunun yılmaz mücadelesini sekteye uğratıyor. Sen oraya gitmeden önce yol kenarında bekleyenlerden oluşan sürü de peşinden. Hep bir kurban beklerler ve ben epeydir hep onlara kurbanım. Binlercesini peşime takıp karşıya geçirmişliğim vardır bu şehrin koyun insanlarının.
Yürü, yürü... Elinde bir deste basılı materyal tutan genç kız seslenir, "Bir dıkiika bıkar mısınaaz?" Elindeki basılı'nın hakim rengi yeşilse çevreci, sarıysa engelli dostudur o kız. O kız ve bölgeye serpiştirilmiş onbeş-yirmi gencin çevreyle ve engellilerle hiç bir bağlantısı yoktur oysa. Kolay yoldan para kazanmaktadırlar. Para vere vere öğrendik. Doğuştan "gönüllü" bu kardeşlere söylemek üzere nice söylevler hazırlamışımdır evde. Ama her defasında, çok acelem var deyip kaçmışımdır oradan. Ve daha iki metre gitmeden neden konuşmadım ki derim hep.

Yürü, yürü... Gene karşıya geçilecek. Aman dikkat, arabalar sel gibi akıyor. Düşersen boğulursun. Göz alabildiğine araba. İçlerine göz atıyorum. Bir ikisi hariç hepsinde şoförden gayrısı yok. Bu gözalabildiğine uzanan araba katarının toplamından bir otobüsü dolduramayacak kadar insan çıkar ancak. Demek ki neymiş, gelişme denen şeye yön tanımlanmazsa gerilemeyi de bize pekala ilerleme diye yutturabiliyorlarmış.

Yürü, yürü... Üstten kızarmaya başladım, artık alın beni fırından. Mezarlığın köşeye doğru geliyorum. Burası amele bekleme bölgesi. Türk ameleler ayrı bölgede, Kürt ameleler ayrı bölgede bekliyorlar. Kahvehaneleri de ayrı. Biri aç, biri "bırçi". Pantolonlarındaki yamaları farklı dillerde, mideleri farklı dillerde gurulduyor. Güneşin altında farklı dillerde kavruluyorlar. Aynen devam!

Yürü, yürü. Sanayi bölgesine geldik nihayet. O ithal araba sürüsü pek uğramıyor buralara. Onların periyordik olarak uğradıkları lüks servisleri var. Burada garibanların külüstürlerine suni teneffüs yaptırılır sadece. Ama bugünlerde bizim sanayide sinek avlama turnuvaları revaçta. Dükkanların önüne dizili sandalyelerde ne isyanlar demlenmektedir, kim bilir. Oturup bir şeyler anlatırlar birbirlerine, hiç duymadığınız, çılgınca kahkahalar koparırlar. Bu kahkahalardan korkun. Her akşam kepenkleri indirip dükkan arkalarında kafayı çekerler, neşelerinden ürkün. Yumrukları pek bir büyük ve serttir. Öfkelerinden uzak durun.


Share/Bookmark

27 Haziran 2007

Pelte

Sabah, çalar saatin kimbilir kaç dakikadır kendini paralamasına uyandım. Uyanırken çok tuhaf oluyorum. Akıl denen şey yok. Aklımı çalıştırma düğmesine basıyorum ve ancak birkaç dakika sonra yerine geliyor. Sorunsal şu; saatin o dayanılmaz çığlığı bitmeli. Ama bunun yolu nedir? İşte aklım çalışmaya başlayana kadar geçen birkaç dakikada bu sorunsal, kütle çekiminin neden var olabileceği sorunsalından beter oluyor benim için. Yavaş yavaş hatırlamaya başladığım deneyimler gösteriyor ki, saatin tepesindeki düğmeye basılması ile zırıltının sona ermesi arasında rastlantısal sayılamayacak bir neden-sonuç ilişkisi var. Aklımda bir yerler aksine ikna olmak istiyor. Zira düğmeye basabilmek için yataktan kalkmam gerekiyor ve bu sıcakta ölümüne zor.

Kalkıyorum ve saatlerce dayak yemiş bir insanın dermansızlığında saate doğru ağır admlar atıyorum. Düğmeye basınca ses kesiliyor. Evet, bu neden-sonuç ilişkisinin doğru olma olasılığı açısından bir kanıt daha!


Vücudumun tüm dış yüzeyi kuru yaprak gibi, hışır hışır. Oda içindeki hareketim esnasında vücut sıcaklığım ve oda sıcaklığı arasındaki alış verişlerle doğan ısı dalgaları sanki görünür hale geliyor. Sıcaklık dalgaları arasında yüzüyorum sanki. Daha hızlı ilerlemek için kulaç atacağım neredeyse. Su içmek istiyorum. Susadığımdan falan değil ama. Bu dayanılmaz kuruluğa karşı tek çare çünkü. Gırtlağımdan aşağı akan su, mideme taş gibi oturuyor. Mutfaktaki bir sandalyeye bırakıyorum kendimi. Etrafı süzüyorum. Sinir bozucu ölçüde anlamsız geliyor her şey. Her şey kurumuş, her şey kavrulmuş, yaşam yok sanki. Vantilatörü açıyorum. Yüzüme vuran ılık rüzgar beni büsbütün aptallaştırıyor sanki. Birkaç sayfa kitap okuyorum. Hiç bir şey anlayamıyorum.

Her yaz kendime yüzlerce kez sorduğum soru geliyor aklıma.
Ne işim var benim burada?


Share/Bookmark

24 Haziran 2007

Le Repas du Pauvre

Bugün biraz blog gezdim. Neler neler var. Gezilerini fotoğraflayanlar, el işeri yapıp aşama aşama fotoğraflarla anlatanlar, yemek yapıp fotoğraflarla anlatanlar ve daha neler neler. Ben Kara Kaplı Günlük'e başlayalı neredeyse üç yıl olacak, bir yemek tarifi bile koymamışım. Eksiğimin farkına vardım ve hemen ustalıkla yaptığım bir yemeği anlatmaya karar verdim. Fotoğraf yok, idare edin sevgili okurlarım. Gözünüzün önünde canlandırın, yeter.

Yemeğimizin adı "Le Repas du Pauvre"(*)

Malzemeler:
Yarım paket düdük makarna
İki kaşık domates salçası
Dört adet yeşil erik
Bitkisel sıvı yağ
Tuz
Beyaz şarap
Bir fışk bulaşık deterjanı

Proses:
Öncelikle temiz bir tencereye ihtiyacımız var. Tazgâhın üzerindeki bulaşıkların arasından bir tencere seçilir ve bulaşık süngerinin üzerine boca edilen bir fışk deterjan marifetiyle ovulur. Ardından eser miktarda çeşme suyu ile durulanıp süzülmeye bırakılır.
Sonra ocağın gaz düğmelerinden biri açılır ve yine ocağın yanında duran gazı bitmiş çakmakla yakılmaya çalışılır. Tütsülenen elinizden gelen yanık kıl kokusu (ki bu yanmış protein kokusudur) teneffüs edilir. Bu kokudan kaçış yoktur, ne yaparsanız yapın, gelir burnunuzu bulur. Tencereye yarısına kadar çeşme suyu doldurulur ve yanan ocağa yerleştirilir. Ne dersiniz, suyumuz demini alıncaya kadar yemeğimizin sosunu hazırlayalım mı?

Yemekte sos çok önemlidir. Özellikle İtalyan ve Fransız mutfağı sos üzerine kuruludur. Ölçülü ve zamanlamasına dikkat edilerek hazırlanmış bir sos, sıradan bir yemeği bir şahesere çevirebilir.

Tezgâhın üzerindeki bulaşıkların arasından bir tava seçilir. Süngerimizde kalmış olan deterjan marifetiyle ovulur ve coşkun çeşme suyu altında keyifle durulanır. Ocaktaki bir diğer göz yakılır. Bu gözü yakarken az önce kullandığımız elimizi kullanmaya dikkat etmeliyiz. Zira ona olan olmuştur. Eğer çok gözlü ocak değil de küçük tüp kullanıyorsak ocaktaki işlemleri sırayla yapabiliriz. Türk mutfağında küçük tüpün özel bir yeri vardır.

Tavanın içine yarım çay bardağı sıvı yağ konur. Çay bardaklarından hiçbiri temiz olmadığından ve tava da tehlikeli ölçüde kızmaya başladığından bu işlem göz kararıyla da yapılabilir. Salça kabının kapağı açılır. Üstündeki küf tabakası bir kaşık yardımıyla alınır. Tavadaki kızgın yağa iki yemek kaşığı konur. Bu sırada illa ki yağ patlamaları gerçekleşir. Üzerimize sıçrayan salçalı yağ, deterjanlı süngerimizle ovulur ve üzerine tuz ekilir. Salça yağda çözünmemek için direnir. Annelerimizden, büyüklerimizden öğrendiğimiz klasik yöntem burada devreye girer. Suyla buluşan salça inadından vazgeçecektir. Ama yine kritik bir nokta: eğer suyu yavaşça koyarsak kızgın yağ, ezeli düşmanı olan suya taarruza geçecektir ve bir salçalı yağ banyosu işten bile değildir. Püf nokta, suyu en uygun hızda döküp kızgın yağı daha olaya uyanmadan akıllı olacağı bir sıcaklığa indirmektir. Suyumuzu koyup salçamızı yağla kanka yaptıktan sonra üzerine yarım yemek kaşığı tuz ekliyoruz. Tuzumuz nemlenip katılaştığı için tavaya lap diye düşmemesine dikkat etmek de yine bir başka püf noktadır.

Az önce salçayı çıkarırken buzdolabında bulduğumuz dört adet yeşil eriği temiz su altında yıkıyoruz. Ne zamanan kaldığı belli olmayan bu eriklerin kahverengileşip büzüşen taraflarını ısırarak koparmak suretiyle temizliyoruz. Ardından ocaktaki suyumuz kaynayıncaya kadar hepsini afiyetle yiyoruz.

Suyumuz kaynayınca kapağını açıp içine bir yemek kaşığı tuz ekliyoruz. Ardından kaşıkla saat ibresi yönünde beş tur karıştırıyoruz. Saat ibresine ters yönde karıştırsanız da olur. (counter clockwise) Üzerine, makarnanın yapışmaması için birkaç damla sıvı yağ ekliyoruz. Görüyorsunuz, yemeğimizde püf noktalar bir hayli fazla. Ne de olsa yılların deneyimi...
Nihayet yarım paket makarnamızı bu suya boca ediyoruz. Ve yine kaşığımızla, az önce hangi yönde karıştırdıysak aynı yönde beş tur karıştırıyoruz. Eğer yön farklı olursa ne olur, henüz bilinmiyor. Kesin, bir yerlerde araştırılıyordur.

Onbeş yirmi dakika sonra tencereden bir adet makarna alınır. Biliyorsunuz, düdük makarna kullandık. Bir püf nokta daha geliyor; düdük öterse makarnamız pişmiş demektir. Notası önemli değil. Makarnamız pişmişse süzme işlemine geçebiliriz.
Süzgecimiz tezgahın üzerindeki bulaşık ailesinin en kadim üyelerinden biri olduğu için değişik bir süzme yöntemi kullanacağız. Tenceremizin kapağını kapatıyoruz, evyenin su giderinin üzerine getirip kapağı hafifçe aralıyoruz. Bu boşluktan suyumuzu döküyoruz. O sırada ne yaparsanız yapın, düdüklerin bir kısmı dökülür, endişe etmeyin. Dökülenleri elimizle toplamak suretiyle tekrar tencereye atıyoruz. Telaşa mahal yok, makarnalarımız 60 santigrad derecenin üzerinde, bakteri ve mikroplar ölmüştür :)

Eveeet, sıra düdüklerle sos arasındaki hasrete son vermeye geldi. Sosu tenceredeki düdüklerin üzerine döküp biraz karıştırıyoruz ve beş dakika demlenmeye bırakıyoruz. Demlenme sırasındaki zamanı değerlendirmek için az önce makarnayı ararken karşımıza çıkıveren çeyrek şişe şarabı içelim. Berbat! Bozulmuş.

Yemeğimiz hazır! Yanında koccaman bir bardak tang ile harika olur!

(*)Garibanın Yemeği

Uyarı: Lütfen evde denemeyiniz.

-------------------------------
Kremalı, biftekli, brokolili yemekler tarif etmek isterdim. Ama haddimi bilip bunları tuzu kuru ablalarıma bırakıyorum :)


Share/Bookmark

26 Mayıs 2007

ZB3 boyama denemesi


Share/Bookmark

25 Mayıs 2007


Daha önceki ZB3 modellerini standart küre primitifinden yapmıştım. Bunu ise Zspheres topolojisini kullanarak oluşturdum. Daha verimli oluyor.


Share/Bookmark

24 Mayıs 2007


Share/Bookmark

22 Mayıs 2007

Oynamaya devam


Share/Bookmark

21 Mayıs 2007

ZBrush 3


ZBrush 3'ü buldum ve indirdim! Gerçekten etkileyici. Yeni bir de wiki yardım sitesi hazırlamışlar. Dört dörtlük. Oradaki derslerden birinden yararlandım ve bu kafatasını yaptım. 5-10 dakika sürdü. Bu arada Mudbox'ın pabucu bir gökdelenin tepesinde.


Share/Bookmark

9 Mayıs 2007


Bunlardan çok var memlekette.


Share/Bookmark

Biraz da 2 Boyut


Conceptart sitesinde yapılanları görünce Painter ve Wacom'a sarıldım. İlk çıkanlardan biri:


Share/Bookmark

5 Mayıs 2007


Share/Bookmark

24 Nisan 2007


Sıra içine geldi.
Neden mi 61? Öylesine...


Share/Bookmark

21 Nisan 2007

İlk Render


Share/Bookmark

17 Nisan 2007

Tekerler



Share/Bookmark

16 Nisan 2007


Share/Bookmark


Genel hatlar bitsin, ayrıntı çok.


Share/Bookmark

13 Nisan 2007

Renault 12


Organik modellemeye yoğunlaştığımdan inorganik modelleme konusunda bir şeyler yapma isteği bir süredir içimde kıpraşıyordu. Millet Ferrari, Audi TT modelleye dursun, ben sokaklarımızın gediklisi "Reno 12" yi modellemeye başladım. Referans blueprint (teknik çizim) ararken Dacia sözcüğünü kullanmam iyi oldu. Dacia 1301 Berlina modeli, Reno 12'nin tıpkısının aynısı.


Share/Bookmark

12 Nisan 2007

Yeni Fotoğraflar









Bu defaki fotoğraflar siyah-beyaz. Temel ayarları öğrenmeye çalıştığımda çektiklerim.


Share/Bookmark