22 Ocak 2008

Ve Fotoğraflar







Share/Bookmark

20 Ocak 2008

Vericiler

Bugünkü bisiklet tırmanışımızın hedefi 'vericiler'di. Sanırım TV, radyo ve bilumum iletişim aracı bu vericiler aracılığıyla uzak bağlantı kuruyor.

Sabah 8'de uyanıp hızlı bir kahvaltı yaptım. Kısa tayt, üstüne uzun tayt, forma, dış forma, balaklava, kask, eldiven, gözlük, üst üste iki kat çorap, kask ve ayakkabıdan oluşan bisiklet pusatlarımı kuşandım, sırt çantama yedek forma, bir elma ve bir portakal, formamın arka cebine bir poşet kuru üzüm koydum, mataramdaki suyu yeniledim, sayacı sıfırladım ve kendimi dışarı attım. Buluşma yeri olan Çamlık'a vardığımda 10 dakika gecikmiştim. Alper, Devrim ve tırmanışın bir kısmına katılacak olan Mehmet Ali Beni bekliyorlardı. Çamlık'ta da belediyenin eşsiz hizmeti olan müzik eşliğinde aerobik rezaleti henüz başlamıştı. Aralarından geçip rampaya yöneldik, viteslerimizi küçültüp başladık pedallamaya. Başta yol gayet iyiydi. Yükseldikçe karlı bölgeler görmeye başladık. Güneşin vurduğu yerlerde karlar erimiş, yapış yapış bir çamur sarmıştı ortalığı. Ne kadar uğraştıysak boş, tekerleklerin çamurla kaplanıp birer motosiklet tekerleği kalınlığına ulaşmasını engelleyemedik. Hafif alüminyum alaşımlı bisikletlerimiz 7-8 kilo çamur yükü ve "ölürüm de sizi bırakmam" dercesine tekerleğin dönüşünü engelleyen yapışkanlık yüzünden eski bir rus tankı misali bata çıka ilerlemeye başladı. Maşa, frenler, fren telleri görünmez olalı epey olmuştu ki, 10 santim kalınlığında karla kaplı bir bölgeye ulaştık. Kar içinde ilerlerken lastiklerdeki çamur tamamen temizlendi. Tam buna sevinirken kar kalınlığı 20 santimi geçmeye başladı. Bu sefer de karda ilerleyebilmek için normalin on katı bir güçle pedal basmak durumunda kaldık. Onsekizinci kliometreyi devirmiştik ki, artık pedal basarak ilerleme olanağı kalmadı. İnip yürümeye başladık. Kar kalınlığı o kadar arttı ki, bir yerde bisikleti olduğu gibi bıraktım ve o ilk kez kendi tekerleri üstünde dik durarak gözlerimizi yaşarttı. O anı ölümsüzleştirmek için Alper ve Devrim de aynı gururlu duruşu kendi bisikletlerine öğrettiler ve bolca fotoğraf çektiler.
Birkaç kilometre de bu şekilde ilerledikten sonra yine çamur deryalarının amansız saldırısıyla karşılaştık. Bu kez tekerler kalınlıklarıyla traktör tekerleğini andırmaya başladı. Ayakkabılarımız neredeyse tamamen çamura gömüldü.
Durumun verdiği inançla en önden, kararlılıkla ilerliyordum ki, hedefi gördüm. Müjdeyi arkadakilere bağırdım: Vericiler göründüüüüü! Durmaksızın fotoğraf makinalarına davrandılar muzaffer edalı fotoğraflarımı çektiler.
Dolambaçlı bir yoldan vericilerin önüne çıktık. Bir işletme binası, bir de konut vardı yanında. Birkaç dakikalık "kimse yok mu" faslından sonra çay içme hayallerimizi kar içinde cozurdatıp söndürdük ve konutun önündeki piknik bankına kurulduk. Terlileri tersizlerle değiştirip yemeğimizi hazırlamaya başladık. Yemek menüsü ne miydi? İki tane yulaflı bisküviyi, arasına Alper'in tüp balından sürüp yapıştırırsın, bundan ikişer tane... Sonra bendeki portakal ve elmayı 120'şer derecelik açılarla kesip üleştik. Hepsi bu. Üzerine bir sürü ramazan davulu yapıştırılmış birer eyfel kulesini andıran vericiler önünde bolca fotoğraf çektirdikten sonra geri dönüşe başladık. Az önce bize geçit vermeyen kar kütleleri kendilerini affettirmek istediklerinden olacak, bisiklet üstünde bir snowboard zevki bahşetti bize. Yarı kayarak, yarı pedallayarak inmeye başladık. Tarifsiz bir keyifti. Lastiklerdeki çamur hızın olanak verdiği merkezkaç etkisiyle çılgınca etrafa saçılmaya başladı. Sırtıma, çeneme, gözlüğüme, burnumun içine isabetli atışlar yaptı.

Döner dönmez Devrim'le kokoreççiye gittik. Neden mi? Vericiye varmak üzereyken Devrim "verici binalarında kokoreç satılıyor olsa" şeklinde ultra fantastik bir hayal kurmuştu. Onu farklı bir mekânda gerçekleştirdik biz de. İkişer kokoreçi mideye indirdikten sonra oto yıkayıcının yolunu tuttuk. Basınçlı su harikalar yarattı ve çamurlu bir kağnıyı andıran velespitlerimizi görenin içini ürpertecek güzellikte bisikletlere çevirdi. Ayakkabılar ve giysiler için de bir şeyler düşünmeli...

Haa, bu arada vericilerin uydu görüntüsü burada. Fotoğraflar da en kısa zamanda karşınızda...


Share/Bookmark

8 Ocak 2008

Ayrıntı

Ayrıntı, bir bütünü bazen gerçeğinden uzaklaştırır. Arada bir mikro ayrıntılara inerek bakmak bir şeyi anlaşılır kılmak için iyidir. Deneyelim...


Tam deli saçması fantastik olaylarımın en heyecanlı yerindeyken masadaki saat tık! sesiyle engelinden kurtulur ve gittikçe yoğunluğu artan şekilde çınlayan dit dit sesleri bir rüyanın daha finalini yok eder. O dit dit seslerine karşı zaman içinde bağışıklık geliştirmiş olmalıyım ki, beynim o sesi biçimlendirmeye başlar. Dat dat, dot dot, düt düt, höt höt gibi seslere dönüştürmekten yorgun düşer ve sonunda güm güm! diye dayanılmaz bir hâle sokar. Bu, beynimin "bu kadar oyun yeter!" mesajıdır. Bu kez de "ona kadar sayıp kalkacağım" larla oyalamaya başlarım kendimi. Yatağın dışı ile içi arasında en az yirmi derecelik sıcaklık farkı vardır zira. Üçüncü ya da dördüncü on'da kalkmayı başarırım. Masanın üstündeki sesi artık ağlamaklı hâle gelen saatin tepesine bir şaplak indirip teliklerimi aramaya başlarım. Bir insan her gün terliklerini arayabilir mi? Ben yapabiliyorum!

Lavabonun önüne geldiğimde aynaya bakmam. Bunun anlamı da yoktur. Mevcut ışık kırılma kanunlarına göre gözümün ağ tabakasında tutarlı görüntüler oluşması pek olası değildir. Sabunla elim arasındaki bir tango faslından sonra parmak uçlarımı iyice durulayıp kontaktlens kabının iki yuvarlak kapağını açarım. Kapaklar yeterince temiz değildir, bir durulama daha... Sonra sağ işaret parmağımı sağdaki kaba daldırır, geceden beri yalnızlıktan deliren lensimin parmağıma sarılarak kaptan çıkmasını sağlarım. Parmağım, lensin gözüme temas etmesi gereken yerine temas etmekte ve ters çevrilmesi gerekmektedir. Yıllar içinde oluşan ve benim bile nasıl geliştiğini anlamadığım bir alışkanlıkla lensi çevirir ve gözüme oturturum. Aradaki hava kabarcıklarının çıkış sesini cırrrk! şeklinde duymuşsam işlem tamamdır. Diğer göze de aynı işlemi tatbik edip kabın içindeki sıvıyı şaap diye lavaboya boşaltırım. Artık aynaya bakabilirim. Yapabildiğim bir garip şey daha var. Her gün aynaya bakıp "bu ben miyim?" diye düşünmeyi de başarabiliyorum. Avuçlarımı su ile doldurup yüzüme 3-5 kere çarparım. Yüzümün ıslak hâlini sevdiğimden bir kez de öyle bakmayı ihmal etmem. Yastık, her gece saçıma en sevmediğim modeli uygulamakta ısrar ettiğinden saçımı hafifçe ıslatıp şekil veririm ve havluya koşarım. Havlu nemliyse, bu günün kötü olaylar listesinin ilki olmaya güçlü bir adaydır.

Az önce hışımla terkettiğim yatağıma gelirim. Yorganı düzeltir, üzerine battaniyeyi düzgünce serer, uzakten şöööyle bir bakarım. Sonra yerdeki çorapları alır kirli sepetine atarım. "Güneş girmeyen eve doktor girer" atasözümüzün teşvik ediciliğiyle tüm perdeleri açarım ama yine de güneş girmez.

Mutfaktaki ilk işim elektrikli su ısıtıcısına su koyup düğmesine basmaktır. Demliği boşaltıp temizlerken hep dünden kalan, yarısı bile içilmemiş çaya (aynen bir gün önce olduğu gibi) acırım. Çayı döker, demlik süzgecini yıkar, içine yeni çay koyup biraz su altında tutarım. Her seferinde "şu toza bak, iyi ki yıkamışım" sözünü aklımdan geçirir ve mutlu olmak için sinekten yağ çıkarma becerimi sergilerim. Fokur fokur sesleri eşliğinde suyun yarısını demliğe, kalan yarısını çaydanlığa boşaltırken illâ ki birkaç damlasını ayağıma döker, irkilirim. Eküriyi ocağa yerleştirip bir buzdolabı kreasyonu oluşturmaya girişirim. Zeytin, peynir, domates, çokokrem, yumurta... Domatesi dilimleyip pinti tuzluğumla mücadeleye girişirim. Ne yaparsam yapayım kuru tutmayı başaramadığım tuzluk günün ikinci hayal kırıklığına yol açar genelde. Su bardağı, çatal ve kepek ekmeğini de yerleştirince her şey tamamlanır. Plastik sandalyeye oturur, iştahsızca yemeye başlarım. Sonra çay koyar, şekersiz içerim. Sonlara doğru iştahım açılır ama yeme limitim dolmuştur. 8-9 zeytin, bir vasati kırk çöp kibrit kutusu kadar peynir, bir yumurta, bir dilim kepek ekmeği, 2-3 bardak çay.

Yemeyi bitirip son bardak çayımı içerken tefekküre dalarım. Gözüm bir noktaya takılı kalır, karmakarışık düşüncelere yuvarlanırım. Sonra illâ ki sıkıcı bir şeyler gelir aklıma ve aniden kalkıp masanın üzerindeki mutlu aileyi buzdolabına, soğuk yuvalarına yerleştiririm. Masayı cefâkâr sarı bezle silip bir bardak çay daha alır, bilgisayarın başına geçerim. İki haber sitesi, üç e-posta sitesi, modelleri sattığım Turbosquid, Zbrush ve Modo sitelerini...

Buraya kadar anlattıklarım neredeyse her gün tekrarlananlar. Günlük yaşamım, bu noktadan sonra çatallanır, farklılaşır. Her gün aynen tekrar eden şeyler iyi değil, hiç iyi değil. Bir şeyler yapmalı...


Share/Bookmark

5 Ocak 2008

İmgelem Slaytı

Birbirine bağlanmış cümleler kuracak ve anlam dizgeleri oluşturmaya çalışacak enerjim yok.

Sessizce duruyorum, gözüm dalıyor ve bir şeyler geçiyor; onları sıralayacağım sadece....

-Çürük yumurta kıvamındaki bağlarla birbirine bağlı insanlar. Çürüme bu galiba,
-Bu şehrin soğuğu bile sahte geliyor bana.
-Patronun anlaşılmaz konuşma tarzı karşısında pes ettim. Anlamaya çalışmıyorum bile artık. Sezgilerimi kullanarak jest-mimik oluşturuyor, öyle cevap veriyorum.
-Bugün ne yesem sorusu keder veriyor bana artık.
-Ne işim var benim bu şehirde?
-Ne işim var benim bu evde? Neden başka eve taşınma isteğimi hayata geçiremiyorum?
-Düzenli olarak yapmam gereken bir yığın şey konusundaki istikrarsızlığımı kendime unutturmak için mi düzenli blog yazmak istiyorum acep?
-Sadece oturup düşünerek kütle çekiminin nedenini bulacağım yolundaki güçlü his nereden kaynaklanıyor?
-SPD pedal alırsam bisikletten düşe düşe serseme döner miyim?

Böyle şeyler işte...


Share/Bookmark

2 Ocak 2008

Devam...


Blogu okuyan kaldı mı, bilmiyorum. Muhteşem olmayan bir dönüşün ilk yazısı, hadi bakalım...

Devrim üst katımdan hicret edeli beri ağ bağlantım yoktu. (neden "ağ bağlantım" diyorum, tam bilmiyorum. "Internet" diyesim yok sanırım) Kablonun ucu onun telefon hattına bağlıydı ve...

Neler mi oldu o birkaç aylık arada? Oldu bir şeyler işte... Buna ek olarak günlerin düşündüğümden daha uzun olduğunu, daha çok şey yapılabildiğini, gözlerimin altının gerçekte mora çalan bir renkte olmadığını, dünyanın gidişatının o kadar da kaotik olmadığını ve şimdi hatırlayamadığım bir yığın şeyi farkettim.

Hep aynı şey. Gerçek ihtiyaçların arasına marjinal ihtiyaçlar kakalıyorlar ve ona bağımlı olmamızı ağzımızdan girip burnumuzdan çıkarak başarıyorlar. Sonra hiç yoktan yoksunluklar yaşatıyor, krizlere sokuyorlar bizi. Bu döngüye de fırıldak gibi dönen para turnikeleri yerleştiriyorlar. Yeni masraf kalemleri biribirini kovalıyor. Sevgili okur, yine analitik ukalalıktan alamadım kendimi, kusura bakma. Ahkam kesmeyeli aylar olmuştu, çok görme.

Bu sefil fotoğrafı geçenlerde çektim. Bir sıcak içtenliği var sanki.


Share/Bookmark