31 Aralık 2009

Yılın ve Şehrin Son yazısı

Bugün yılın son günü. Aynı zamanda Denizli'deki son yılımın son günü. Bir yeni dönem'i açarak gelmiştim 2000'de. Kendimce alınmış kararlarla. Bir geçmiş muhasebesinin önüme koyduğu kaçınılmazlar'ı başarmak üzere... Daha en başlarında önemli bir kısmını başardığım söylenebilir. Tüm bu sürecin genel ortalaması başarı mıydı? Hayır, pek de öyle değil.

Başarıya endeksli bir yaşam kurmak ve sürdürmek istediğimden değil. Ne yaşadıysan ona göre beklentilerle donanırsın. Bu beklentiler senin bir saniyeni bir sonrakine bağlar, yaşayakalırsın. Beklentilerinin hepsi peşi sıra çökmeye başlamışsa saniyelerin birbirinden kopmaya başlar. Bir zaman yitimi duygusuyla sarsılırsın. Bütünlük duygusu ve algısı kaybolur. Postmodern algıya tiksintiyle mesafe koyan biriysen bu parçalı algı sende bir yabancılaşmaya yol açar. Bir 'gerçek sen' varsındır, bir de parçalı algıyla zedelenmiş yansıman. Beklentilerin bu yansımaya bir türlü söz geçiremez. Bambaşka bir yaşam doğar. Kendisini yeniden ve yeniden üretir ve sen bakakakalırsın.

2000'de bu kısır döngüyü kıran dönemi açmıştım. Ve şimdi bir yenisini açacağım...
Parçalı algıyla zedelenmiş yansımamın yoğun bakım fişini çekeceğimi ilan etmek durumundayım. Değişiklikler olması kaçınılmaz elbette.

On yılın bir muhasebesi daha... Bir yirmi yılı elimizden almışlardı. Memleket onların kirli ellerinden kaçıp nasıl olsa şefkatli ellerimize sığınacaktı. Bekledik... Tertemiz ellerimizi bilekten kesip kendi vitrinlerine astılar. Ve memleket o cansız ellere gitti ardında neler olduğunu bilmeden. Memleketin mazlum başını o artık bizim olmayan ellerle okşayıp o ellerin işaret parmağıyla bizi gösterdiler düşman diye. Sadece ellerimiz değil, bir ülkenin geleceği çalındı. Şimdi ne yapıyoruz? Ellerimiz olmadan resim yapıyoruz. Hiç olmazsa resimlerimize bakın!


Share/Bookmark

24 Aralık 2009

Egosantrizm

Bazı insanlar vardır, gelmiş geçmiş tüm evren kuramlarına meydan okurlar; tüm galaksilerin, tüm yıldız, gezegen, asteroid ve kozmik partiküllerin kendi etraflarında döndüğü varsayımı, hatta varsayım ne ki, kabulü ile yaşarlar. Big-bang onların içinde cereyan etmiş ve evren kendilerinden türemiştir. Evrenin merkezi olursun da, her şeydeki gizli öznenin, amacın sen olduğuna inanmaz mısın? Hem de nasıl.

Hiç böyle bir insan olmadım. Çocukluğumda Erich von Daniken okumaktan olacak; uzaydan geldiğime ve içimde metalden bir iskelet olduğuna inandığım bir kesit var, itiraf ediyorum. Ama yaşadıkça acı gerçeği gördüm. Etten, kemikten, mukozadan ve gayet sıradan bir insandım. Truman Show misali, ki o film ortaya çıkmadan uzun yıllar önceydi, acep tüm bunlar bir oyun mu dediğim de olmuştur. Ama o kadar. Egosantrizmin gayet aptalca ve küçültücü bir şey olduğunu iliklerime kadar hissederek yaşıyorum şimdi.

Lafı nereye mi getireceğim? Biraz sabredin. Bazı tipler var, sürekli her şeyden şikâyetçi olur, beğenmez, iç yüzüne bakmaz, evrenin merkezi olan kendisine gösterilmesi gereken asgari saygı, hürmet ve tapınmayı görememekten demoralize olurlar. Akşama kadar yakıcı güneş altında milyonlarca kalori yakarak çalışmış bir inşaat demircisinin eve dönüş yolunda ter kokusu yaymasının, üstelik ter kokusu taşıyan molekülleri kendi kutsanmış burnuna ulaştırmasının ne kadar kötü, çirkin, hayvanca olduğundan bahsederler. Öyle ya, henüz temeli yapılmakta olan inşaatın buharlı duş kabinleri, jakuzileri, duş köpükleri ve plastik ördekleri mevcuttur ama alt seviye insan olan işçi "bana ne, ben ter kokusu yayıp insanlara pislik yapmak istiyorum" demektedir. Üstelik işçinin duş yapabilme olanakları yüce insanımızı enterese etmemektedir. Duş yoksa evine tünel kazıp gitmelidir. O kadar kazma kürek ne duruyordur...

Daha nice şey sayabilirim. Dilencilerin yarattığı "çirkin" görüntü, sokak çocuklarının kent dokusunu "bozması", seyyar satıcıların ses kirliliği yaratması gibi.

"Dün sokak köpeklerinden dert yanıyordun, bugün aziz kesilmişsin" diyebilirsiniz. Ama bi dakika, izah edeyim. O köpeklerin kendilerini besleyen mahalleli ve esnafa minnet borcu olarak geceleri mahalleye bekçilik etmeye çalıştıklarını çok iyi biliyorum. Güdüsel de olsa, böyle. Yapmaya çalıştığım, şartlandırarak köpeklerin bekçilik psikolojisinden çıkmasını sağlamak. On günde epey ilerleme de elde ettim.

Şimdi asıl konuya gelelim; Denizli'nin vaziyeti. Aylardır bir çalışma var; "Yüzyılın Dev Altyapı Hamlesi". Şehirdeki tüm kanalizasyon ve su tesisatı yenileniyor. Bu da demektir ki, tüm sokaklar kazılacak, eskisi çıkarılıp yenisi döşenecek. Yarıya yakını yapıldı. Zor bir iş. Hem yapanlar, hem de halk için. Bir kalkıyorsun, evin önünde su dolu bir hendek. Karşıya atlamak için akrobasi yapıyorsun. Asfalt ve beton yol kalmadı sayılır. Ana caddeler de olmak üzere tüm yollar toprak artık. Yağmur ve sık sık patlayan su tesisatı bu yolları çamur yollar haline getiriyor. Uzatmayayım... Bana ne, yenilensin ama benim yaşam konforumu etkilemesin denebilir mi? Denemez. Amaaaa. Bir sınır var.

İşe giderken, bisikletle şehir içinde tam bir dağ bisikleti parkuru katediyorum. Taşların üzerinden atlıyorum, hendekler, geçiyorum, çamurda ilerliyorum. Bu parkur üzerindeki bazı yollar beşinci kez kazılıyor. Tüm anlayış ve empatiyi gösterdik diyelim. Kazıldı, kapatıldı. Boru çapı yetersiz kaldı, bir daha kazıldı, bir daha kapatıldı. Kalan üç kazı neden? Bir hafriyat aracının saatlik ücretinin dudak uçuklatıcılığı ışığında düşünüyorum. Neden? Altı aydır aynı yol neden sürekli kazılıp kapatılır? Yaşam konforumuzun canı cehenneme, ama bizi sürü yerine koymayın.


Share/Bookmark

23 Aralık 2009

Gecenin Senfonisi

İnsan, ömrünün ortalama üçte birini uyuyarak geçiriyor. Bende bu ortalama beşte bire doğru gitmeye başladı. Erken uyansam da sabahı etmeden uyuyamıyorum.

Bizim binanın arkasında bir boş bölge var. Bir kısmı park. Orayı mekân eylemiş iki üç köpek ve birkaç tosun kedi doğuştan düşmanlıklarını bir konsensüsle aşmış, "yaşasın türlerin kardeşliği" şiarı etrafında yaşayıp gidiyorlar. Çevre apartmanlar ve dükkânlar onları benimsemiş, besler olmuş. Gündüzleri sevgi ve şafkatle özetlenebilecek duygularla yanlarından geçer, arada bir hoşbeş ederdim. Geceleri ne yaparlar bilmezdim. Şimdi en azından köpeklerin ne yaptığını çok iyi biliyorum. Sabaha kadar bölgelerini savunuyorlar. Nasıl mı? 5 saniyelik aralıklarla havlayarak.

Yatağımda uykuyu umutsuzca çağırırken havlamalarını sayıyorum. "Yok canım" diyorum, "herhalde 100 havlamadan sonra biraz olsun susarlar". Her defasında yanılıyorum. Saat 3 gibi montumu giyip çıkıyorum. Karşıdaki dersanenin önüne dökülü çakıllardan bir avuç alıp mekânlarına gidiyorum. Ortalama insan tipine gösterdikleri jestlerle, havlayarak üstüme doğru koşmaya başlıyorlar. Ben de ayaklarımı yere vura vura onlara doğru koşup çakılları etraflarına doğru savurduğumda birbirlerine bakıp kaçıyorlar. Sonra bekliyorum. Birkaç farklı sokaktan aynı mekâna sızma girişimlerinin hepsini benzer şekilde püskürttüm mü, tamamdır. En azından bu günlük, bölge savunmalarını dağıtmış oluyorum. Eve dönüyorum. Yine uykuyu çağırırken bu kez kalorifer tesisatının ani ısınma ve soğuma çığlıklarıyla karşılaşıyorum. Boruların tahta döşemeden çıktığı yerlerde genleşme sırasında bir gıcırtı çıkıyor ki, köpek havlamasından beter. Kalkıp su içiyorum, dışarıyı izliyorum. Saat beşe geliyor. Yine yatıyorum. Ama sabahın mahallemizdeki ilk müjdecisi olan kargalar mesaiye başlıyor. Boş alanda öyle bir yankılanıyor ki sesleri. Mekanik bir cihazdan çıkarcasına yırtıcı ve sert sesleri var. Artık öfkelenecek enerjim bile bitmiş. Umarsızca dinliyorum...

Bir süredir her gecenin özeti budur. Önceden ben mışıl mışıl uyurken neler oluyormuş meğer.


Share/Bookmark

15 Ağustos 2009

Pardus

Blogun sağ sütununda bir süredir arz-ı endam eden Pardus logosu dikkatinizi çekmiştir. Birkaç hafta önce resmi web sitesinden istediğim "Pardus Kurulan CD" dün elime geçti ve kurdum.

İlk izlenimlerimin hemen hepsi olumlu. Arayüze alışıncaya kadar biraz zaman geçecek.
En sevdiğim yanı, herhangi bir işi yapacak bir programa ihtiyaç duyduğunuzda internete girip "bu işi yapacak en uygun program hangisidir, nereden bulunur, paralı mıdır" boğuşmasına girmiyorsunuz. Direkt sistem menülerinden Linux tabanlı işletim sistemleri için o an mevcut olan tüm uygulama türlerine erişip "yükle" deyip yükletiyorsunuz. Genelde açık kaynak kodlu GNU lisanslı ücretsiz programlar kullanılıyor ve bu programlar Windows uyumlu olanlara göre çok daha az disk alanı kaplıyor.

Bir de virüslere bağışık bir sistem olduğu için sizi çalışırken ağır bir anti-virüs programı yükünün altında ezdirmiyor. Bu hem kıyaslanamayacak bir güvenlik, hem de bariz bir hız fazlalığı demek. Tüm online uygulamaları daha hızlı çalışıyor. Sistem arayüzünü özelleştirmek, yeni seçenekler katmak, şu bu gibi konularda o kadar çok seçeneği var ki.
İşletim sistemini kurarken hiç bir donanımı kurmam gerekmedi ve şu an tıkır tıkır çalışıyor hepsi.

Yaz yaz bitmez... İki günlük Pardus keşfimin sonuçları bunlar. Daha keşfedecek çok şeyi olduğunu biliyorum.


Share/Bookmark

6 Ağustos 2009

Ölümüne Yanılsamalar Serisi-1 : "İşimi Seviyorum"

Sabah uyanıyorsunuz, aslında bir o kadar daha uyuyabilirsiniz. İçinizden, çook derinlerden bir emir geliyor; kalk!

O emre küfrediyorsunuz ama itaat etmemeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz. Ne için erken kalktınız? Uğruna erken kalkıp yetişmek için azami gayret sarfettiğiniz bu etkinlik ne ki? Yıllardır bu etkinliğe bir gün bile şaşmamacasına katılıyorsunuz. Çok seviyor olmalısınız. Ömrünüzün en verimli 25, 30, 40 yılının gündüzlerini silme bu etkinlikle dolduracak olmanızın başka ne açıklaması olabilir ki, siz işinizi seviyor olmalısınız!

Denklem kuralım; yaşarken ihtiyaçlarımız (bir kısmı gerçek, bir kısmı zorlama) oluyor. Bu ihtiyaçların hepsini kendi çabamızla karşılayamayacağımızdan yola çıkıp iş bölümü yapıyoruz. Sen ekmek pişir, sen ev yap, sen çocuklara ders ver, sen patates yetiştir gibi... İş bölümünde aldığımız bu görevlere de meslek adını veriyoruz. Böyle bir işbölümü olacaksa en iyisi, yetenekli olduğumuz ya da sevdiğimiz işi kapmaktır, öyle değil mi? Ama ben pek o fikirde değilim.

Eğer sevdiğiniz bir işi artık sevmemek istiyorsanız ya da daha kötüsü, nefret etmek istiyorsanız, onu mesleğiniz olarak seçiniz. İnsan aklı farklılıkları algılayıp analiz edebilmek eğilimindedir. Farklılıklar azalınca algı zayıflar. Bilinçli etkinlikler yerini otomatikleşmiş etkinliklere bırakır. Ne yaptığınızı çok farketmeden yapmaya başlarsınız. Beyin, yerini beyinciğe bırakır. Bu bir çeşit yabancılaşmadır aslında. Her gün aynı işi yapıyor olmak bunu getirir. "Ben işimde kendimi geliştiriyorum" diyenler olabilir, onları da düşündüm ve brifing vermeleri için külahımı masanın üzerine bıraktım, çekinmesinler.

İş, sevilemez. Çünkü o iş'tir. Hayatta kalmak için buna zorlandığınızı farketmediğiniz kısa bir süre boyunca onu sevebilirsiniz. Ama bir gün gelir ki, sizi geleceğinizle ve alıştırıldığınız yaşam konforunuzun (yoksa sefaletinizin mi demeliyim) bekasıyla tehdit edip kendisine sımsıkı sarılmanızı zorunlu hale getiren bir yılana dönüşür. O andan itibaren ondan nefret edersiniz. Ama bunu asla ona itiraf edemezsiniz. Ederseniz anında defterinizi düreceğini bilirsiniz. Herkesin bildiği bir sırdır işin sevilemeyeceği, ama bu sırrı açıklayana pek rastlanmaz. Açıklayanlar da tutunamayanlar kontenjanına yollanır, dışlanır. Korkarsınız.

İş yerleri zoraki birliktelik mekânlarıdır. "İş arkadaşlığı" diye fantastik bir kavrama yuvalık eder. İş arkadaşlığı diye bir şey gerçekte yoktur. Yaşam içinde düzenli olarak bir arada bulunulan insanlara "arkadaş" denmesiyle başlayan bir yanlış tanımlamadır. İşyerinde olan ilişkiye arkadaşlık demek acınası bir şeydir. İş denilen zoraki etkinliği yaparken zoraki olarak bir arada tutulan insanlar birbirini gerçekten sevemez. Kendini çaresiz hisseden insanların farkında olmadan içine girdikleri çıkar dayanışmaları haricinde bir yakınlık bulmak olanaksızdır. Neden mi? İş'in doğasından.

Peki neden "işimi seviyorum" nidaları semalarımızda romantik bir şiir gibi, her gün milyonlarca kez yankılanır? Yaşamımızı bu gerçekdışı telkin üzerine kurmuşuzdur çünkü. İnsanca yaşamdan uzak oluşumuzu, yıpranmamızı, sömürülmemizi, harcanmamızı, ömrümüzün altın yıllarını ona verişimizi, mutsuzluğumuzu görmeyip kariyer edinmek, bir iki yanardöner eşyanın sahibi olmak ve arada bir övülüp pohpohlanmak çabasıyla geçen ömrümüzün gözlerimizi kamaştırması için bu kartondan temelin sağlam durması gereklidir. Boşunadır, mutlaka çöker. Ama olanlara başka adlar konup gizlenir.

Evet, "işimi seviyorum!" Çok ağır psikoterapilerdeki telkin cümlelerini anımsatmıyor mu?

İşini sev, yoksa öldürür seni.


Share/Bookmark

21 Temmuz 2009

Ekstrem Spor

A-Hafta sonu rafting yapmaya gidelim mi?
B-Neden ki?
A-Çok eğlenceli
B-Öyle mi? Bilmeden yapmak tehlikeli değil mi?
A-Botu işin uzmanı adamlar kontrol ediyor
B-Peki sen ne yapıyorsun?
A-Eğleniyosun
B-Hımm... Ama o zaman raftingi yapan onlar oluyor, sen konu mankeni oluyorsun
A-Olsun yaa, sen hoplayıp zıplayıp adrenaline tavan yaptırıyorsun
B-Rafting doğa sporuydu, değil mi?
A-Evet, hem de en ekstrem olanından
B-Ben hafta sonu bisiklete bineceğim.
A-Abi, değişiklik yap biraz, her hafta sonu bisiklete biniyorsun, Denizli havalisinde çıkmadığınız dağ tepe, inmediğiniz vadi kalmadı, yetmiyo mu?
B-Neden yetsin ki, tepeleri bitirince bırakacağım dememiştim ki,
A-Yaa anlatamıyorum, değişik tatlar dene, yamaç paraşütü, banci camping, skuba dayving, rafting, kaya tırmanışı. Hem çok kolay abi
B-Çoğu ilgimi çekmiyor ki
A-İnanmıyorum, sen nası bi insansın yaa,
B-Şöyle izah edeyim; raftingde eline bir kürek veriyorlar, bir iki cümleyle yapacaklarını anlatıyorlar ve sonra her şeyi onlar kontrol ediyorlar, sen sadece hoplayıp zıplıyorsun, yamaç paraşütü... Tandem paraşütte adam her şeyi yönlendiriyor, sen adamın kucağındasın, bir şey yaptığın yok, banci camping, seni bağlayıp yoyo gibi salınmaya bırakıyorlar, bir şey yapmıyorsun. Bunların neresinde spor var, pek çözemedim. Dersen ki böbrek üstü bezlerin reaktöre dönüyor, adrenalin seni kıvrandırıyor, o ayrı bi şey. Spor yapıyorum diye kendini kandırmaya gerek yok, masrafa da gerek yok. Rus ruleti oynamanı önerebilirim. Adrenalin kulaklarından fışkırır emin ol.

Bana gelince; bölgede çıkılmadık tepe bırakmamakla ilgilenmiyorum. Her parkurun kendine özgü özellikleri ve zorlukları var. Her birinde başka teknikler öğreniyoruz. Bisikleti seviyorum ayrıca. Adrenalin salgısının çoğaldığı anlar da oluyor elbette, şikâyetçi değilim.
Ama dersen ki, az önce saydığın "ekstrem spor" dallarında anlatacak anım, aleme görünecek fotoğraflarım olsun, buyur devam et.

Şimdi düşündüm, doğa sporu etkinliğinde boy göstereceğim diye parayı bastırsam ve tandem (iki sürücülü) bisikletin arkadaki selesine otursam, sürücü asıl mahareti sergilese ve ben de sadece düzlüklerde pedal basıp işin parçasıymışım gibi yapsam, sonra "mountain biker" kostümlerimle çektirdiğim bin tane fotoğrafla sosyal ortamlarda debelensem nasıl olur diye...
A-Yuhh diyorum abi, sen de amma kasıyosun haaa.
B-Evet, işte tüm bu disiplinli kasma olaylarına da biz spor diyoruz :)


Share/Bookmark

15 Haziran 2009

Benzeşim, Çağrışım













































Etrafımdaki nesneleri bir şeylere benzetiyorum hep. Bu benzeşimleri kalıcı hale getirmek ve paylaşmak lazım arada bir. Monitör ve sürüngen.


Share/Bookmark

12 Haziran 2009

Kedi

Bugün bu kediyle epey oynadık.


Share/Bookmark

29 Mayıs 2009

Pagerank

Blog ziyaretçilerimden birinin düzenli olarak blogumun "pagerank"ını ölçtüğünü görüyorum. http://livetr.org/ sitesi üzerinden. Merak uyandırdı. Kim acaba, sakıncası yoksa ses versin.


Share/Bookmark

28 Mayıs 2009

Pencere

Eskimekten bir hâl olmuş penceremiz de hazır.


Share/Bookmark

27 Mayıs 2009

Dün Olan

Otomobillerin, yaşamı kolaylaştırdığının on katı kadar zorlaştırdığı bir şehirde yaşıyorum. İçlerinde genellikle sadece sürücü bulunan onbinlerce otomobil dar ve eğri büğrü yollarımızı tıka basa dolduruyor ve bir tür çıldırma ayininin hayvandan akılsız parçaları olan bu sürücüler katilim olmak üzere birbirleriyle yarışıyor.

Evimle işyerim arasındaki mesafeyi ihtiyaç duyulan sürede katetmemin tek yolu bisikletle gitmek.

Sağa-sola-ileri-geri bakmadan şerit değiştirenler, önümde aniden duranlar, tali yoldan gelirken sadece dört tekerlileri bekleyip ben geçerken son gaz üstüme sürenler, yol kenarı diye sağ şeridin ortasına parkeden ve sol şeride geçip arkadan gelen amansız araç katarının önüne atlamama neden olanlar, gözleri kapalı araç kullandıklarını düşünmeye başladığım "hanım" sürücüler, karşıya geçmek bahanesiyle patır patır önüme atlayan yayalar...

Tüm bunlar muhtemelen gizli bir anlaşma çerçevesinde beni öldürüp kaza süsü vermek üzere çaba gösteren bir şebeke. Bir paranoya hiç bu kadar gerçeğe yaklaşmamıştı.

Dün yine yaklaşık 1200 badire atlatıp işyerine gittim ve aynı badirelerin ters yönde olanlarını idrak etmek üzere eve doğru yola çıktım. İki yönlü otomobil nehrini aşıp karşı yönden yoluma devam edeceğim. Fırsat kolluyorum, ters yönde ağır ağır ilerliyorum. Karşımdan bir şey geliyor.

Ne mi geliyor? 70-80 yaşlarında bir nine, arkasında içine hurda kâğıt doldurduğu iki tekerlekli bir araba; çeke çeke götürüyor.

Karşılaştık, sağımdan geçmek üzere yol tarafına doğru hamle yaptı. Tam arkasından dev bir kamyon geliyor. Muhtemelen freni ve direksiyonu yok. Freni ve direksiyonu varsa şoförü yok. Zira nine önüne çıkınca istifinde, doğrultu ve hızında zerrece değişiklik yok. Birkaç milisaniye içinde ellerim soğudu, dizimin dermanı çekildi ve kalbim en aritmik şekilde atmaya başladı. Durdum, teyzeee, teyzee, diye bağırıp arkasını işaret ettim. İrkildi, arkasına baktı, kenara geldi biraz. Kamyon neredeyse sürtünerek geçti. Teyze bana "Allah iyiluğuni versin yavrum!" dedi. Aynen böyle! Karadeniz şivesi gibi yani. Yoluna devam etti. Yoluma devam ettim.

İçimde bir şeyler kaynıyor. Teyze orada sinek gibi ezilse ağlayanı olacak mıydı acep? Ağlayanı olsaydı muhtemelen 70-80 yaşında hurda kağıt toplaması gerekmezdi. Teyze! kamyon seni sıyırıp geçti ama beni yerden yere çaldı sanki. Topladın biraz kağıt belki, gittin uyanık bir hurda depocusuna, gerçek fiyatından kırpıp kırpıp üç kuruş verdi sana. Gittin ekmek aldın. Çoğu olmayan dişlerinle çiğnemeye çalıştın. Kalan ömründe o acımasız yollarda, gaza bastıkça köpekleşen sürücülerden bulabildiğin boşluklarda kâğıt toplayabilesin diye. Yok teyze yok, o kamyon beni ezip geçti, perişan etti. Zayıf ve mavi damarlı parmaklarınla, incecik bileğinle çektiğin o araba toplumsal cenaze arabamızdır. Allah hepimizin belasını versin!
Ama sen sadece "Allah iyiluğuni versin" dedin!


Share/Bookmark

22 Mayıs 2009

Sobamız ısıtmaya hazır.


Share/Bookmark

14 Mayıs 2009

Psikolojik Savaş Nasıl Yapılır

Zaman Gazetesi ve Samanyolu Haber'den:

"Okul bahçesindeki büstü yıkan inek sürgün edildi.
Malatya'nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Kadiruşağı köyünde okul bahçesindeki Atatürk büstünü kıran inek başka köye satıldı."

"Sürgün edildi" ironisine dikkat.

Yorum yapmama gerek var mı? Her şey ortada. Ayrıca büst kaidesine bakın. Bu inekcağızın büstü kırması için keçi gibi şahlanıp şiddetle kafa atması gerekir. Yapmış olabilir mi?


Share/Bookmark

7 Mayıs 2009

Renkli Çaydanlık

Çaydanlık da renklendi. Emayesi yer yer atmış eski zaman çaydanlığı.


Share/Bookmark

5 Mayıs 2009

Lamba

Lambayı dokulandırıp ilk render çıktılarıyla deneme yapmaya başladım.


Share/Bookmark

3 Mayıs 2009

Bozatlı




Bozatlı Hızır'ın bulunacağı ortamdaki nesnelere başladım.


Share/Bookmark

17 Nisan 2009

Renklendirme

Zbrush ile renklendirmeye başladım. Render'lar Modo'dan.


Share/Bookmark

1 Nisan 2009

Yelek

Yeleğin ayrıntıları ve genel düzeltmeler.


Share/Bookmark

30 Mart 2009

Biraz Daha Ayrıntı


Share/Bookmark

29 Mart 2009

Bağlama

Yeni Çalışma. Epey uğraştıracak.


Share/Bookmark

22 Mart 2009

Şapkalı

Yeni çalışma ilerliyor... Bugün şapkayı modelledim.


Share/Bookmark

19 Mart 2009

Bağlama



Yeni çalışmanın bir parçası olacak bağlama hazır sayılır.


Share/Bookmark

14 Mart 2009

Bitti Sanki

Normal renk, Ambient occlusion, depth pass'leri alıp Photoshop'ta birleştirme konusunda ilk deneyimimdi.


Share/Bookmark

8 Mart 2009

Tutkal


Share/Bookmark

6 Mart 2009

Tezgâh


Share/Bookmark

28 Şubat 2009

Birkaç Render





Share/Bookmark

24 Şubat 2009

Keser Kullanırken

Kahramanımız çivi çakmaya çalışıyor. Daha önce modellediğim diğer aletlerle de adapte olacak.


Share/Bookmark

17 Şubat 2009

Kol - Dönertabla


Arm from Bar men on Vimeo.


Share/Bookmark

Marangoz


Bugün sıra kolun yapımındaydı. Marangoz da bu aşamaya geldi.


Share/Bookmark

12 Şubat 2009

Işık İyi mi?

Aydınlık iyi bir şey mi? Karanlık iyi bir şey mi? Hangisi iyi, hangisi kötü? Bir dakika, acele etmeyelim. Sakin olalım ve düşünelim.
En sevdiğim film konularındandır; korkunç ve kaçılamazlığıyla ün yapmış bir hapishane, kaçmayı her şey pahasına kafasına koymuş başrol oyuncusu. Zekice planlar yapılır, her şey inceden inceye hesaplanır. Gecenin bir yarısı hapishanenin (ya da toplama kampının) o korkunç binasından çıkılır. Sıra tel örgüleri geçmeye gelmiştir. Nöbetçi kulelerindeki güçlü projektörlerin acımasızca taradığı bölge geçilip tel örgüler kesilecek ve o büyük rüyaya ilk adım atılacaktır. Projektörlerin tarama hızı, kaç saniyede tel örgülere koşulup kaç saniyede tellerin kesilmesi gerektiği ince ince hesaplanmştır. Kahramanımız duvar dibine sinip yay gibi gerilerek fırlama vaktini bekler. O an geldiğinde ok gibi fırlar tel örgülere. Tel makasını çıkarır ve kesmeye başlar. Derken bir aksillik olur. Zamanında bitirememiştir kesme işlemini. Projektörün kahredici ışığı o tarafa yönelmiş, durdurulamazcasına yaklaşmaktadır. Kahramanımız en uygun yere çekilmeye çalışır. Koca ışık halkası tam başının üstünden geçmektedir. Onunla birlikte nefesimizi tutarız. Işığın geçişiyle birlikte rahatlar, heyecanlı kaçışın devamını iple çekeriz.

* * *

Çoğu bar loş ışıklıdır. Zamane yaşamının yıpratıcılığı ve yoruculuğundan kaçanların sığınma isteği duyacağı şekilde tasarlanmıştır. Zamane insanı kendini sevmez. Hep bir başkasına benzemek üzere özendirilmiştir zira. Hiç bir zaman ona benzeyemez ama ömrü benzeme çabasıyla geçer gider. Kendisi olmaktan utanan insan güvensiz olur, kolay güdülür. Örnek haline getirilmiş tiplere benzeme çabası hiç bitmediği için piyasaya sürekli yeni örnek tipler sürülür ve sürüler halinde "kendi isteğiyle" biçimlendirilir. Kendisi olmaktan duyduğu utanç süreklileştirilmiş olan insanın beğenilmek için yapıp ettiklerinin çoğunun altında kendisini çirkin bulması yatar. Gün içinde güzel görünmek için yaptıklarının hiç biri aslında onun kendini çirkin bulduğu gerçeğini değiştirmez. Bu çirkinliği sadece kozmetik olarak algılamayalım; hâl hareket, davranış, birikim vs. de buna dahil. Çirkinliğini gizleyebileceği yerlere kaçmak ister. Barda ışık loştur; yüzü gözü, burnunun büyüklüğü, saçının seyrekliği, kulağının birinin kepçe oluşu, jest mimik beceriksizliği pek farkedilmemektedir. Ortam gürültülüdür; cırtlak sesi, tekdüze ses tonu, konuşmasındaki kararsızlık kamufle olmuştur. Orada kendini iyi hisseder. Günlük yaşamın o hiç sönmeyen acımasız projektörlerinden kaçıp buraya sığınmakla ne de iyi etmiştir. Alkol de işin içine girip psikolojik gerilimini hafifletince o yıkıcı acizlik duygusu hafifler, kendini güçlü ve güvenli hisseder birkaç saatliğine.

Işık hep cıvıl cıvıl bir bahar gününü aydınlatıp insanı yaşama çeken ışık mıdır? Işık hep iyi midir?

Yoksa şöyle mi demeli; İnsanın kontrol etmeyi öğrendiği her şeyi silah haline getirmeyi başardığından beri ışığı kimin, nereye, neden tuttuğu önemlidir artık. Yaşamımızın her alanını kuşatıp ne yaptığımızı görerek güç sağlayanları bundan mahrum edecek şey karanlık bölgelerse orada da olunmalı. Ama en karanlık bölge, projektörün arkasında, onu kontrol edenin bulunduğu bölgedir. Orada durarak kendini gizler. Karanlık ücralara kaçmaktan söz etmiyorum, kör edici ışık bombardımanından kurtulup o karanlık bölgeyi görmekten sözediyorum. Projektörün kontrolünü ele almaktan yani.


Share/Bookmark

9 Şubat 2009

Organizmada Organize Olma

Bir organizma düşün ey okur; besleniyor, yaşamını devam ettiriyor, türünü devam ettiriyor. Organizmaya bir sıfat yakıştırmayı öneriyorum ey okur; yeryüzündeki kötülüğün odağı olsun meselâ. Siyah, pis, yapışkan, kötü kokan. Umutları kıran, dizlerin dermanını çekip alan, omuzlara kâbus gibi çöken... Umutsuzluk dayanılmaz olsun. Umudun bittiği yerde yaşamın mucizevi şekilde kendine kanallar açışına şahit oluruz hep. Yaşam bu lânet organizmada nasıl kanal açabilir? Organizmanın içinde organize olarak elbette. Organizma içinde, organizmanın lanetinden bağımsız nasıl organize olunur? Canlılar dünyasından örnek verelim mi? Kanser... Hep düşünmüşümdür, kanser neden var? Bulaşıcı değil, bünyeyi ele geçirip öldürdükten sonra kendi de ölüyor, toprağa karışıyor. Kendini türe sadece genetik olarak yayabiliyor. Diğer hastalıklar gibi farklı bir organizma türünün devamlı bir yaşam biçimi değil.

Aşağılık organizmamıza dönelim. Ne kadar döversen döv, söversen söv yıpranmıyor, her geçen gün daha güçleniyor ve iğrençleşiyor. Güçlendikçe sana daha ağır darbeler vuruyor. Seni aç bırakıyor, gırtlağını sıkıyor, beynini oksijensiz bırakıyor. Canın uçup gidiyor, öfkenden ibaret kalıyorsun. Öfken ateş olup ona akıyor. Ağzından burnundan girip semirmiş bedene yerleşiyorsun. Akciğerlerine siniyorsun. Her nefes alış verişini içten duyuyorsun artık. Her nefesin dünyanın yaşamından bir parçanın daha sökülüp alınışı olduğunu taa içten duyumsuyorsun. O organizmaya karıştırıyorsun bedenini; artık öfken olan aklını hiç yitirmeden ama. Organizmanın gürbüz damarlarını bağlıyorsun senin kurumaya yüz tutmuş damarlarına. Sel olup akıyor kanı sana. Canlanıyorsun. Organizma içinde büyük ve özerk bir etkinlik alanı oluyorsun asla dokunulamayan. Organizma içinde büyüyorsun ve kan damarlarının çoğu sana kan taşımaya başlıyor. Canlanışın büyük bir kurtuluşun umudu haline geliyor. Büyük bir ölüme gidiyorsun. Ölümü göze alıp dışarıdan var gücünle vurmalarınla sinek ısırığı kadar yaralayamadığın organizmayı içeriden, kendinle birlikte ölüme sürüklüyorsun. O can havliyle seni bedeninden söküp atmaya çalıştığında artık senin tam orta yerinde olan canını da söküp atmış oluyor, çaresi yok. Karşı olmanın yollarından biridir bu. Kimi zaman başka yolu da kalmaz ve yaşam kendine böyle bir karşı yol bulur.

Ey sinek dostlarım, sizce başka umut var mı?


Share/Bookmark

28 Ocak 2009

Marangoz

Marangozu modellerken biraz orijinal konseptten çıktım.


Share/Bookmark

27 Ocak 2009

Çare


çare from Bar men on Vimeo.
2003 yılında yaptığım ilk ve tek animasyon filmim. Lightwave, Adobe Photoshop ve Adobe Premiere kullanmıştım.


Share/Bookmark

26 Ocak 2009

Hacıyatmaz

Gerçek hacıyatmazlarla hiç bir ilgisi yoktur.


Share/Bookmark

24 Ocak 2009

Hiçkimse

Zbrush+Photoshop


Share/Bookmark

18 Ocak 2009

Bugün de 2 Boyutlu

Painter'ı özlemişim. Geliştirmek lazım.


Share/Bookmark

10 Ocak 2009

Rastgele

Küreden başlayıp rastgele yaptığım bir Zbrush çalışması.


Share/Bookmark

2 Ocak 2009

Bugün...

Bugünkü turdan iki kare.


Share/Bookmark