15 Ağustos 2009

Pardus

Blogun sağ sütununda bir süredir arz-ı endam eden Pardus logosu dikkatinizi çekmiştir. Birkaç hafta önce resmi web sitesinden istediğim "Pardus Kurulan CD" dün elime geçti ve kurdum.

İlk izlenimlerimin hemen hepsi olumlu. Arayüze alışıncaya kadar biraz zaman geçecek.
En sevdiğim yanı, herhangi bir işi yapacak bir programa ihtiyaç duyduğunuzda internete girip "bu işi yapacak en uygun program hangisidir, nereden bulunur, paralı mıdır" boğuşmasına girmiyorsunuz. Direkt sistem menülerinden Linux tabanlı işletim sistemleri için o an mevcut olan tüm uygulama türlerine erişip "yükle" deyip yükletiyorsunuz. Genelde açık kaynak kodlu GNU lisanslı ücretsiz programlar kullanılıyor ve bu programlar Windows uyumlu olanlara göre çok daha az disk alanı kaplıyor.

Bir de virüslere bağışık bir sistem olduğu için sizi çalışırken ağır bir anti-virüs programı yükünün altında ezdirmiyor. Bu hem kıyaslanamayacak bir güvenlik, hem de bariz bir hız fazlalığı demek. Tüm online uygulamaları daha hızlı çalışıyor. Sistem arayüzünü özelleştirmek, yeni seçenekler katmak, şu bu gibi konularda o kadar çok seçeneği var ki.
İşletim sistemini kurarken hiç bir donanımı kurmam gerekmedi ve şu an tıkır tıkır çalışıyor hepsi.

Yaz yaz bitmez... İki günlük Pardus keşfimin sonuçları bunlar. Daha keşfedecek çok şeyi olduğunu biliyorum.


Share/Bookmark

6 Ağustos 2009

Ölümüne Yanılsamalar Serisi-1 : "İşimi Seviyorum"

Sabah uyanıyorsunuz, aslında bir o kadar daha uyuyabilirsiniz. İçinizden, çook derinlerden bir emir geliyor; kalk!

O emre küfrediyorsunuz ama itaat etmemeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz. Ne için erken kalktınız? Uğruna erken kalkıp yetişmek için azami gayret sarfettiğiniz bu etkinlik ne ki? Yıllardır bu etkinliğe bir gün bile şaşmamacasına katılıyorsunuz. Çok seviyor olmalısınız. Ömrünüzün en verimli 25, 30, 40 yılının gündüzlerini silme bu etkinlikle dolduracak olmanızın başka ne açıklaması olabilir ki, siz işinizi seviyor olmalısınız!

Denklem kuralım; yaşarken ihtiyaçlarımız (bir kısmı gerçek, bir kısmı zorlama) oluyor. Bu ihtiyaçların hepsini kendi çabamızla karşılayamayacağımızdan yola çıkıp iş bölümü yapıyoruz. Sen ekmek pişir, sen ev yap, sen çocuklara ders ver, sen patates yetiştir gibi... İş bölümünde aldığımız bu görevlere de meslek adını veriyoruz. Böyle bir işbölümü olacaksa en iyisi, yetenekli olduğumuz ya da sevdiğimiz işi kapmaktır, öyle değil mi? Ama ben pek o fikirde değilim.

Eğer sevdiğiniz bir işi artık sevmemek istiyorsanız ya da daha kötüsü, nefret etmek istiyorsanız, onu mesleğiniz olarak seçiniz. İnsan aklı farklılıkları algılayıp analiz edebilmek eğilimindedir. Farklılıklar azalınca algı zayıflar. Bilinçli etkinlikler yerini otomatikleşmiş etkinliklere bırakır. Ne yaptığınızı çok farketmeden yapmaya başlarsınız. Beyin, yerini beyinciğe bırakır. Bu bir çeşit yabancılaşmadır aslında. Her gün aynı işi yapıyor olmak bunu getirir. "Ben işimde kendimi geliştiriyorum" diyenler olabilir, onları da düşündüm ve brifing vermeleri için külahımı masanın üzerine bıraktım, çekinmesinler.

İş, sevilemez. Çünkü o iş'tir. Hayatta kalmak için buna zorlandığınızı farketmediğiniz kısa bir süre boyunca onu sevebilirsiniz. Ama bir gün gelir ki, sizi geleceğinizle ve alıştırıldığınız yaşam konforunuzun (yoksa sefaletinizin mi demeliyim) bekasıyla tehdit edip kendisine sımsıkı sarılmanızı zorunlu hale getiren bir yılana dönüşür. O andan itibaren ondan nefret edersiniz. Ama bunu asla ona itiraf edemezsiniz. Ederseniz anında defterinizi düreceğini bilirsiniz. Herkesin bildiği bir sırdır işin sevilemeyeceği, ama bu sırrı açıklayana pek rastlanmaz. Açıklayanlar da tutunamayanlar kontenjanına yollanır, dışlanır. Korkarsınız.

İş yerleri zoraki birliktelik mekânlarıdır. "İş arkadaşlığı" diye fantastik bir kavrama yuvalık eder. İş arkadaşlığı diye bir şey gerçekte yoktur. Yaşam içinde düzenli olarak bir arada bulunulan insanlara "arkadaş" denmesiyle başlayan bir yanlış tanımlamadır. İşyerinde olan ilişkiye arkadaşlık demek acınası bir şeydir. İş denilen zoraki etkinliği yaparken zoraki olarak bir arada tutulan insanlar birbirini gerçekten sevemez. Kendini çaresiz hisseden insanların farkında olmadan içine girdikleri çıkar dayanışmaları haricinde bir yakınlık bulmak olanaksızdır. Neden mi? İş'in doğasından.

Peki neden "işimi seviyorum" nidaları semalarımızda romantik bir şiir gibi, her gün milyonlarca kez yankılanır? Yaşamımızı bu gerçekdışı telkin üzerine kurmuşuzdur çünkü. İnsanca yaşamdan uzak oluşumuzu, yıpranmamızı, sömürülmemizi, harcanmamızı, ömrümüzün altın yıllarını ona verişimizi, mutsuzluğumuzu görmeyip kariyer edinmek, bir iki yanardöner eşyanın sahibi olmak ve arada bir övülüp pohpohlanmak çabasıyla geçen ömrümüzün gözlerimizi kamaştırması için bu kartondan temelin sağlam durması gereklidir. Boşunadır, mutlaka çöker. Ama olanlara başka adlar konup gizlenir.

Evet, "işimi seviyorum!" Çok ağır psikoterapilerdeki telkin cümlelerini anımsatmıyor mu?

İşini sev, yoksa öldürür seni.


Share/Bookmark