28 Haziran 2007

Her Gün Yürürüm Bu Yolu

Telefon pis pis çaldı. Patron. Güneş en acımasız pozisyonunda, işe gideceğim. Dereyi görmeden paçalar; binadan çıkmadan güneş gözlüklerini takıyorum. Binanın otomat elektriğini kesmiş tedaş efendi. İsli camlar önümü görmemi engelliyor. Çıkarasım yok. El yordamıyla dış kapıyı bulup atıyorum kendimi dev fırına. Alttan ve üstten pişirmeye ayarlanmış; yer tam ayıya dans ettirecek cinsten.
Yürü allah yürü. Belediye dibe köşeye dikey çeşmeler koymuş. Şu yukarı fışkıranından. Dikkatimi çeker hep, oralardan su içenlerin neredeyse tamamı kadınlar ve kızlar. Neden ola ki? Erkekler kendilerine yakıştıramıyor mu acaba oradan su içmeyi?
Yürü yürü, karşıya geç. Geçebilirsen tabii. Tampon tampona binlerce ithal araba, "ölürüm de sana geçit vermem!" diyor. Bekle umutsuzca. Sonra bir nevi çaresilik ve umutsuzluk duygusuyla kendini yola at. Bunda bir çeşit intihar eğilimi olabilir. Tamponu yamulmasın diye mecburen fren yapan biri, araba ordusunun yılmaz mücadelesini sekteye uğratıyor. Sen oraya gitmeden önce yol kenarında bekleyenlerden oluşan sürü de peşinden. Hep bir kurban beklerler ve ben epeydir hep onlara kurbanım. Binlercesini peşime takıp karşıya geçirmişliğim vardır bu şehrin koyun insanlarının.
Yürü, yürü... Elinde bir deste basılı materyal tutan genç kız seslenir, "Bir dıkiika bıkar mısınaaz?" Elindeki basılı'nın hakim rengi yeşilse çevreci, sarıysa engelli dostudur o kız. O kız ve bölgeye serpiştirilmiş onbeş-yirmi gencin çevreyle ve engellilerle hiç bir bağlantısı yoktur oysa. Kolay yoldan para kazanmaktadırlar. Para vere vere öğrendik. Doğuştan "gönüllü" bu kardeşlere söylemek üzere nice söylevler hazırlamışımdır evde. Ama her defasında, çok acelem var deyip kaçmışımdır oradan. Ve daha iki metre gitmeden neden konuşmadım ki derim hep.

Yürü, yürü... Gene karşıya geçilecek. Aman dikkat, arabalar sel gibi akıyor. Düşersen boğulursun. Göz alabildiğine araba. İçlerine göz atıyorum. Bir ikisi hariç hepsinde şoförden gayrısı yok. Bu gözalabildiğine uzanan araba katarının toplamından bir otobüsü dolduramayacak kadar insan çıkar ancak. Demek ki neymiş, gelişme denen şeye yön tanımlanmazsa gerilemeyi de bize pekala ilerleme diye yutturabiliyorlarmış.

Yürü, yürü... Üstten kızarmaya başladım, artık alın beni fırından. Mezarlığın köşeye doğru geliyorum. Burası amele bekleme bölgesi. Türk ameleler ayrı bölgede, Kürt ameleler ayrı bölgede bekliyorlar. Kahvehaneleri de ayrı. Biri aç, biri "bırçi". Pantolonlarındaki yamaları farklı dillerde, mideleri farklı dillerde gurulduyor. Güneşin altında farklı dillerde kavruluyorlar. Aynen devam!

Yürü, yürü. Sanayi bölgesine geldik nihayet. O ithal araba sürüsü pek uğramıyor buralara. Onların periyordik olarak uğradıkları lüks servisleri var. Burada garibanların külüstürlerine suni teneffüs yaptırılır sadece. Ama bugünlerde bizim sanayide sinek avlama turnuvaları revaçta. Dükkanların önüne dizili sandalyelerde ne isyanlar demlenmektedir, kim bilir. Oturup bir şeyler anlatırlar birbirlerine, hiç duymadığınız, çılgınca kahkahalar koparırlar. Bu kahkahalardan korkun. Her akşam kepenkleri indirip dükkan arkalarında kafayı çekerler, neşelerinden ürkün. Yumrukları pek bir büyük ve serttir. Öfkelerinden uzak durun.


Share/Bookmark

27 Haziran 2007

Pelte

Sabah, çalar saatin kimbilir kaç dakikadır kendini paralamasına uyandım. Uyanırken çok tuhaf oluyorum. Akıl denen şey yok. Aklımı çalıştırma düğmesine basıyorum ve ancak birkaç dakika sonra yerine geliyor. Sorunsal şu; saatin o dayanılmaz çığlığı bitmeli. Ama bunun yolu nedir? İşte aklım çalışmaya başlayana kadar geçen birkaç dakikada bu sorunsal, kütle çekiminin neden var olabileceği sorunsalından beter oluyor benim için. Yavaş yavaş hatırlamaya başladığım deneyimler gösteriyor ki, saatin tepesindeki düğmeye basılması ile zırıltının sona ermesi arasında rastlantısal sayılamayacak bir neden-sonuç ilişkisi var. Aklımda bir yerler aksine ikna olmak istiyor. Zira düğmeye basabilmek için yataktan kalkmam gerekiyor ve bu sıcakta ölümüne zor.

Kalkıyorum ve saatlerce dayak yemiş bir insanın dermansızlığında saate doğru ağır admlar atıyorum. Düğmeye basınca ses kesiliyor. Evet, bu neden-sonuç ilişkisinin doğru olma olasılığı açısından bir kanıt daha!


Vücudumun tüm dış yüzeyi kuru yaprak gibi, hışır hışır. Oda içindeki hareketim esnasında vücut sıcaklığım ve oda sıcaklığı arasındaki alış verişlerle doğan ısı dalgaları sanki görünür hale geliyor. Sıcaklık dalgaları arasında yüzüyorum sanki. Daha hızlı ilerlemek için kulaç atacağım neredeyse. Su içmek istiyorum. Susadığımdan falan değil ama. Bu dayanılmaz kuruluğa karşı tek çare çünkü. Gırtlağımdan aşağı akan su, mideme taş gibi oturuyor. Mutfaktaki bir sandalyeye bırakıyorum kendimi. Etrafı süzüyorum. Sinir bozucu ölçüde anlamsız geliyor her şey. Her şey kurumuş, her şey kavrulmuş, yaşam yok sanki. Vantilatörü açıyorum. Yüzüme vuran ılık rüzgar beni büsbütün aptallaştırıyor sanki. Birkaç sayfa kitap okuyorum. Hiç bir şey anlayamıyorum.

Her yaz kendime yüzlerce kez sorduğum soru geliyor aklıma.
Ne işim var benim burada?


Share/Bookmark

24 Haziran 2007

Le Repas du Pauvre

Bugün biraz blog gezdim. Neler neler var. Gezilerini fotoğraflayanlar, el işeri yapıp aşama aşama fotoğraflarla anlatanlar, yemek yapıp fotoğraflarla anlatanlar ve daha neler neler. Ben Kara Kaplı Günlük'e başlayalı neredeyse üç yıl olacak, bir yemek tarifi bile koymamışım. Eksiğimin farkına vardım ve hemen ustalıkla yaptığım bir yemeği anlatmaya karar verdim. Fotoğraf yok, idare edin sevgili okurlarım. Gözünüzün önünde canlandırın, yeter.

Yemeğimizin adı "Le Repas du Pauvre"(*)

Malzemeler:
Yarım paket düdük makarna
İki kaşık domates salçası
Dört adet yeşil erik
Bitkisel sıvı yağ
Tuz
Beyaz şarap
Bir fışk bulaşık deterjanı

Proses:
Öncelikle temiz bir tencereye ihtiyacımız var. Tazgâhın üzerindeki bulaşıkların arasından bir tencere seçilir ve bulaşık süngerinin üzerine boca edilen bir fışk deterjan marifetiyle ovulur. Ardından eser miktarda çeşme suyu ile durulanıp süzülmeye bırakılır.
Sonra ocağın gaz düğmelerinden biri açılır ve yine ocağın yanında duran gazı bitmiş çakmakla yakılmaya çalışılır. Tütsülenen elinizden gelen yanık kıl kokusu (ki bu yanmış protein kokusudur) teneffüs edilir. Bu kokudan kaçış yoktur, ne yaparsanız yapın, gelir burnunuzu bulur. Tencereye yarısına kadar çeşme suyu doldurulur ve yanan ocağa yerleştirilir. Ne dersiniz, suyumuz demini alıncaya kadar yemeğimizin sosunu hazırlayalım mı?

Yemekte sos çok önemlidir. Özellikle İtalyan ve Fransız mutfağı sos üzerine kuruludur. Ölçülü ve zamanlamasına dikkat edilerek hazırlanmış bir sos, sıradan bir yemeği bir şahesere çevirebilir.

Tezgâhın üzerindeki bulaşıkların arasından bir tava seçilir. Süngerimizde kalmış olan deterjan marifetiyle ovulur ve coşkun çeşme suyu altında keyifle durulanır. Ocaktaki bir diğer göz yakılır. Bu gözü yakarken az önce kullandığımız elimizi kullanmaya dikkat etmeliyiz. Zira ona olan olmuştur. Eğer çok gözlü ocak değil de küçük tüp kullanıyorsak ocaktaki işlemleri sırayla yapabiliriz. Türk mutfağında küçük tüpün özel bir yeri vardır.

Tavanın içine yarım çay bardağı sıvı yağ konur. Çay bardaklarından hiçbiri temiz olmadığından ve tava da tehlikeli ölçüde kızmaya başladığından bu işlem göz kararıyla da yapılabilir. Salça kabının kapağı açılır. Üstündeki küf tabakası bir kaşık yardımıyla alınır. Tavadaki kızgın yağa iki yemek kaşığı konur. Bu sırada illa ki yağ patlamaları gerçekleşir. Üzerimize sıçrayan salçalı yağ, deterjanlı süngerimizle ovulur ve üzerine tuz ekilir. Salça yağda çözünmemek için direnir. Annelerimizden, büyüklerimizden öğrendiğimiz klasik yöntem burada devreye girer. Suyla buluşan salça inadından vazgeçecektir. Ama yine kritik bir nokta: eğer suyu yavaşça koyarsak kızgın yağ, ezeli düşmanı olan suya taarruza geçecektir ve bir salçalı yağ banyosu işten bile değildir. Püf nokta, suyu en uygun hızda döküp kızgın yağı daha olaya uyanmadan akıllı olacağı bir sıcaklığa indirmektir. Suyumuzu koyup salçamızı yağla kanka yaptıktan sonra üzerine yarım yemek kaşığı tuz ekliyoruz. Tuzumuz nemlenip katılaştığı için tavaya lap diye düşmemesine dikkat etmek de yine bir başka püf noktadır.

Az önce salçayı çıkarırken buzdolabında bulduğumuz dört adet yeşil eriği temiz su altında yıkıyoruz. Ne zamanan kaldığı belli olmayan bu eriklerin kahverengileşip büzüşen taraflarını ısırarak koparmak suretiyle temizliyoruz. Ardından ocaktaki suyumuz kaynayıncaya kadar hepsini afiyetle yiyoruz.

Suyumuz kaynayınca kapağını açıp içine bir yemek kaşığı tuz ekliyoruz. Ardından kaşıkla saat ibresi yönünde beş tur karıştırıyoruz. Saat ibresine ters yönde karıştırsanız da olur. (counter clockwise) Üzerine, makarnanın yapışmaması için birkaç damla sıvı yağ ekliyoruz. Görüyorsunuz, yemeğimizde püf noktalar bir hayli fazla. Ne de olsa yılların deneyimi...
Nihayet yarım paket makarnamızı bu suya boca ediyoruz. Ve yine kaşığımızla, az önce hangi yönde karıştırdıysak aynı yönde beş tur karıştırıyoruz. Eğer yön farklı olursa ne olur, henüz bilinmiyor. Kesin, bir yerlerde araştırılıyordur.

Onbeş yirmi dakika sonra tencereden bir adet makarna alınır. Biliyorsunuz, düdük makarna kullandık. Bir püf nokta daha geliyor; düdük öterse makarnamız pişmiş demektir. Notası önemli değil. Makarnamız pişmişse süzme işlemine geçebiliriz.
Süzgecimiz tezgahın üzerindeki bulaşık ailesinin en kadim üyelerinden biri olduğu için değişik bir süzme yöntemi kullanacağız. Tenceremizin kapağını kapatıyoruz, evyenin su giderinin üzerine getirip kapağı hafifçe aralıyoruz. Bu boşluktan suyumuzu döküyoruz. O sırada ne yaparsanız yapın, düdüklerin bir kısmı dökülür, endişe etmeyin. Dökülenleri elimizle toplamak suretiyle tekrar tencereye atıyoruz. Telaşa mahal yok, makarnalarımız 60 santigrad derecenin üzerinde, bakteri ve mikroplar ölmüştür :)

Eveeet, sıra düdüklerle sos arasındaki hasrete son vermeye geldi. Sosu tenceredeki düdüklerin üzerine döküp biraz karıştırıyoruz ve beş dakika demlenmeye bırakıyoruz. Demlenme sırasındaki zamanı değerlendirmek için az önce makarnayı ararken karşımıza çıkıveren çeyrek şişe şarabı içelim. Berbat! Bozulmuş.

Yemeğimiz hazır! Yanında koccaman bir bardak tang ile harika olur!

(*)Garibanın Yemeği

Uyarı: Lütfen evde denemeyiniz.

-------------------------------
Kremalı, biftekli, brokolili yemekler tarif etmek isterdim. Ama haddimi bilip bunları tuzu kuru ablalarıma bırakıyorum :)


Share/Bookmark