1 Nisan 2011

Cafe İnciraltı Tabelasının Kısa Öyküsü

Her şey tamamdı. Mekânın geçmişinin ve geleceğinin ağırlığını taşıyabilecek bir tabelaya ihtiyaç vardı. Kendimiz yapacaktık. Koyulduk işe.

Kâğıt, kalem. Onlarca logo taslağı. Bu oldu, şurası olmadı gibi... Noktaları parantez gibi düşünelim, şu sözcüğü araya alalım. Logo tamam. Tabela ferforje olmalı. Şöyle gözü okşayan bir çerçeve. S'ler, C'ler, ok uçları ve yapraklar biçimindeki ferforje parçalarından öyle bir kombinasyon oluşturmalı ki... Onlarca çerçeve ve askı taslağı. Nihayet oldu gibi.

Hadi gidelim demirciler sitesine. Tabela sacını kestirdik. Ağır. Kenarları eli kesmesin diye gazete lazım... Ferforjecide sıra. Tüh, aradığımız parçalardan biri eksik. Acilen tasarımda değişiklik gerekli. Cepteki taslak çıkar, yere mevcut çerçeve parçaları dizilir. Bir saatin sonunda, olmayacak gibi görünen kombinasyon aniden oluverir. Parçalar çuvala doldurulur. Otobüs, tramvay, metro, derken ev. Onlarca kilo demirle yolculuğu hiç önermeme durumları.

Tabela mat küf yeşili, ferforjeler siyah olacak. Boyalar, rulolar, fırçalar alınır.

Şimdi tabela parçalarını kaynakla birleştirmekte sıra. Uygun bir kaynak makinası olan Hasan Abi'nin atölyesi iki sokak yukarıda. Yüklenip gidilir.

Binanın bodrum katına inilir. Yanmış kaynak elektrodu kokusu takip edilir. Ve işte atölye. Görüp görülebilecek en karışık yer. Bir torna, bir tezgâh matkabı, 4-5 metal işleme tezgâhı, sağda solda masalar. Üstleri matkap kalemleri, alet, edevat, metal parçaları, ne olduğnu anlamanın güç olduğu ıvır zıvırla silme dolu. Yerde bile içeride yürümeyi güçleştirecek ölçüde takım taklavat mevcut. Hasan Abi altmışlarında bir adam. Konuşmayı seviyor. Bedbaht. Masanın birinin üzerinde yer açmak için üzerindekileri eliyle yere süpürüyor. Parçaları üzerine yerleştiriyoruz. Bir sinyal çakıyor. Dayım bu bildik sinyali anında çözümlüyor. Bi koşu 5 tane bira alıyorum. Sigarasını yakıp birasından ilk yudumu aldıktan sonra tek sapı kopmuş gözlüğünü takıyor Hasan Abi. Gözlüğün yamuk duruşuna alışkın halinden belli ki, epeydir böyle kullanıyor. Parçaları dizip işi tarif ediyoruz. Sırasıyla bir yudum bira, iki dakika sohbet, bir kaynak dikişi biçimindeki iş akışı başlıyor. Biralar bitiyor. Bi koşu, 5 bira daha. Altıncıdan sonra sonra 5 yudum bira, 10 dakika sohbet ve bir kaynak dikişi şekline bürünüyor iş akışı. Saatler geçmiş, iş gittikçe uzuyor. Hasan Abi kaynak arkından ve işe yaramaz gözlüğünden şikâyet etmeye başlıyor. Artık elektrodu nereye dokunduracağını biz tarif ediyoruz, göremiyor.

Konuşurken aniden duraklıyor, müsaade istiyor. Tezgâhın altını karıştırıyor. Rengi kaybolmuş pis bir plastik maşrapa buluyor. Kapı ardına geçiyor. 6 biranın en az dördü maşrapaya tazyikle ve sesli sesli doluyor. Sallana sallana geliyor. Elinde maşrapa, silme dolu. Üzeri bol köpüklü. Ne yapacak diye merakla izliyoruz. Yine tezgâhın altına eğiliyor. Orada bir delik var, döküyor. Gelip devam ediyor. Ayakta zor duruyor. Gözlüğü 45 derece eğik duruyor. Pek bir şey görmediği anlaşılıyor. Ama o ne büyük mucizedir ki, gecenin ilerleyen saatlerinde tabelamız bitiyor. Bir an önce alıp gitme aceleciliğimden olacak ki, tabelayı tutmamla ellerimin yanması bir oluyor.

Ertesi gün astar boya. Sonra siyah ferforje boyası. Derken küf yeşili mat boya. Pek yakışıyor ferforjeye. Logo tasarımını bilgisayarda bitirip pleksi glas kesimciye gidiyorum. Harfleri silikonla tabelanın önü ve arkasına yapıştırıyoruz. Yakıştı be!

Son olarak çerçevenin içine led döşeme ve ledleri gizleme işlemi. Tabelayı asıp ışıklarını yakıyoruz. Hiç tahmin etmediğimiz bir şey oluyor. Harfler ışığı bir yere kadar soğuruyor. Kenarlarından parlayan harfler beklediğimizden de gösterişili bir etki yaratıyor. Biz tabelayı yaparken 'öyle olmaz', 'olmaz bu' diyen civar tabelacısı komşular söylediklerini unutup beğenilerini sunuyorlar. Gel de sevinme...

Cafe İnciraltı tabelasının öyküsü budur. El emeği, yorgunluk, dolu maşrapa, beğeni, her şey mevcut muhteviyatında.


Share/Bookmark

8 Mart 2011

Kedilere 1 Kilo Kıyma Verdim, Erbakan'la Sohbet Ettim

Dün gece, mutfağın giyotin penceresini yukarı kaldırdım ve yüzüme hücum eden buz gibi havaya aldırmadan yağlı kasap kâğıdına sarılı 1 kilo dana kıymayı avuç avuç arkamızdaki otoparka fırlattım. O otopark ki, 15 gün önce mühürlenmesini müteakip Galata bölgesi kedilerinin rekreasyon alanı haline gelmişti. 5 saniyelik bir pisi pisi pisi çağrısı tam tamına 18 kedi toplamaya yeten bu bölgeye dana kıyma fırlatmak eğlenceye yabancı olmayan bölge kedilerini partiye davet etmekle eşdeğerdir sanırım.

Sonra Erbakan'la sohbet ettik. Hastalığından bahsetti. Kulakları çok iyi işitiyordu. Arka odada kuran okunuyordu ve o da sohbetin arasında bir iki sözcükle okunana eşlik ediyordu.

Hepsi rüya gibi mi?


Share/Bookmark

14 Ocak 2011

...

Dedem öldü. Çok üzgünüm.

Öldü diye değil, onu artık göremeyecek olduğum için değil, son zamanlarında onun için tam bir eziyete dönen koltuğuna çivilenmek son bulduğu için değil...

"Dedem öldü"ler var; pek de bir şey hissettirmez, okuldan, işten izin almak için bahane olur, yer yer fazladan birkaç kez kullanılacak denli hafif ve "tatlı" bir yalan gibidir. "vadesini doldurdu ve huzur içinde gitti"lere sığınıp "yükünden kurtulduk"lar maskelenir, neredeyse zil takılıp oynanır.

İki sözcükle ifade edilir, "dedem" ve "öldü"... Söylenir söylenmez kendini imha eden bir tümcedir, hemen uçuverir. Çoğu yalandan "başın sağolsun"larla birbirini yiyip bitiren iki tümcedirler kimi zaman. İki taraf "çok da umurumda değildi" konsensüsünde uzlaşıp önlerindeki hayata bakma konusundaki bu küçük kesintiyi akıldışı görürler ve milisaniyelik göz teması kesilir. Geçmişi düşünmek rasyonel değildir. "An"ı yaşama dininin bu zır yobaz ve pür softa mensuplarından başka şey de beklenmez zaten.

Dedem öldü... Bu iki sözcük o iki sözcüğe ne kadar benziyor değil mi? İşte trajik olan, kahredici olan da bu.

Gerçekten yaşamış olduğuna inanmanın oldukça güç olacağı düzeyde olağanüstü bir insanın, kalbi durur durmaz o herkese reva görülen iki sözcğe hapsedilivermesi ve adeta yaşanmışlığının sıfırlanması dayanılamayacak kadar üzücü benim için.

Olağanüstülükten ne kastettiğimi burada anlatmayacağım. Böyle bir yazıya sığdırmaya çalışmak anısına büyük saygısızlık olurdu. Yalnızca şunu biliyorum; o büyük ve erdemli yaşamı anlatmak üzere bir şeyler yapmalıyım...


Share/Bookmark

4 Aralık 2010

Yığın Fotoğrafları

Dün bahsettiğim fotoğraflar... Tıklarsanız büyük halleri açılır.









Share/Bookmark

3 Aralık 2010

Yığın

"Uyanma-zamanı-saat-dokuz-sıfır-sıfır"
Uykunun en derininden sıyrılıyorum bu sesle. Her uyanışımda bir 'nerdeyim ben' safhası vardır. Birkaç saniyede belirsizlik sisi dağılır. Evet, yine oradayım. Yatağımın ayak ucunda üst üste yığılı koliler ilk gördüklerim olur. Biraz sola dönerim, hemen yatağın dibinde, yerde, ipleri çözülü, dili dışarıda botlar... Az ileride bir dolap; kapakları sökülmüş. İçinde bir kısmı katlanıp konmuş, bir kısmı öylesine atılmış giysiler. Onların üzerinde içinde ne olduğunu bile unuttuğum poşetler. Daha ileride bir antika çalışma masası. Onun altında da koliler ve poşetler masanın altına değene kadar yığılmış. Masanın üzeri karmakarışık. Tıraş köpüğü, deodorant, tıraş bıçağı, bilgisayar monitörü, fotoğraf makinası çantası, kamera çantası, poşetler, poşetler, poşetler. Onun tam karşısında bir büyük masa daha; üzerinde bir tozlu bilgisayar monitörü, çizim tableti, poşetler, sağdan soldan değişik zamanlarda alınmış broşürler, etkinlik programları, kitaplar, post-it'ler, ve masada boş yer bırakmamacasına ıvır zıvır.

Kalkıp terlikleri giyerim. Bulunduğum yerden odanın kapısına düz bir çizgi izleyerek gitmem olanaksızdır. Tariflemeye çalıştığım kaosun içinde birkaç zikzaktan sonra salona ulaşırım.

Salonun solunda bir eski eşya yığını karşılar beni. Bu 1892 yapımı tarihi binanın 4,5 metrelik tavanına kadar yığılı bir eşya kümesi. Sandalyeler, koliler, avizeler, bar ve cafelerde kullanılmış yüzlerce şey. Bu yığına dayalı iki dağ bisikleti vardır ve ben banyoya giderken o bisikletlere çarpmamak için özel bir biçim almayı öğrenmiş bulunuyorum. Sağ tarafta yine kafe masaları, sandalyeler, meşrubat kolileri, yine antika bir masa, eski bir mini fırın, birkaç eski koltuk, poşetler,poşetler, poşetler, kaldırılıp rastgele atılmışcasına durmaktadır. Büyük salonun çıkışında koca, ahşap bir kablo tekeri durur. Onun üzerinde tekel bayii poşeti kolileri dev bir yığın oluşturur. Tüm bu yığınlar arasında geçile geçile oluşmuş dar bir koridoru izlerim salondan çıkmak için. Bu koridor bana dağlarda kullanıla kullanıla oluşan keçi yollarını anımsatır. Salondan çıkana kadar birkaç eşyaya çarpmamanız neredeyse olanaksızdır. Bu koridorun tam ortasında, salonun bir başından bir başına gerilmiş ipe asılı çamaşırlarla karşılaşır, eğilip geçersiniz. Bu çamaşırlar kuruduktan sonra bile günlerce birinin kendilerini toplamasını bekler, tozlanır... Salondan çıkınca uzun bir koridor ve hol görürsünüz. Bu koridor ve holün tüm duvar diplerine yığılı el aletleri, alet sandıkları, suntalar, mdf'ler, camlar, şunlar bunlar bulunur. Birkaç market buzdolabı da duvar dibinde kendilerine yer bulabilmiştir. Onların önü de içine konulan içeceklerin ambalaj artıkları olan naylon ve karton yığınlarıyla doludur.
...

*****
Günün ilk üç dakikasında gördüklerim aşağı yukarı bunlar.
Bir şeyi her gün görüyorsanız o şeyi kanıksayıp görmez olursunuz. Bu kadar farkedilesi farkedilmezlerimin olması çok çok ilginç geliyor. Fotoğraflarını çektim, buradan paylaşacağım.


Share/Bookmark

6 Ekim 2010

Yeni Model


ZBrush, zbrush, zbrush


Share/Bookmark

15 Ağustos 2010

Dost Sıcağında

"Dostluğun biz sevgisiyle
toplandık her an burda,
bu sevgi bağı kopmaz hiç,
dağılsak bir gün yurda
..."
İlkokul yılları; zamanın pusu ardından zihnime eksiksiz yansıyan bu şarkı... Ani inişli çıkışlı notaları bencileyin dinamizm takıntısı olan birini ne çok etkilerdi, ne çok hissederdim dostluğa yüklenebilecek bütün ama bütün ulvî değerleri. Öyle ki, göz pınarlarım zorlanırdı sınıfça bağıra bağıra söylediğimizde. Şimdi sözlerine baktığımda alabildiğine vasat olan bu şarkı ona benim çocuk aklımla yüklediklerim ölçüsünde güzelmiş. Farketmek ne güzel...

Dostluk kavramı o kavrama yüklediklerimizdir. Kimi için "dostum" hitabının rastgele seçilmiş figüranıdır dost, kimi için içini döküp rahatladığın ve kaçarcasına uzaklaştığın Midas kuyusu... Kimi için yaşamda tek kalma korkusu esnasında sarılınan yılan, kimi için yazılı olmayan "al gülüm ver gülüm" anayasasının güvenilir tarafı. Kimi zaman bir sokak köpeği, kimi zaman bir şişe şarap...

Derme çatma yaşam felsefesi yaratıp bunu ağır sözlerle satan nicelerinden duyarsınız, arkadaş başka, dost başka. Büyük olasılıkla dostluğu toz konmaz bir yere oturtma niyetiyle edilmiş bir sözdür. Ancak o dost tanımı öyledir ki, 6 milyar dünyalıyı ve hatta gelmiş geçmiş on milyarlarca dünyalıyı tek tek eleme sınavından geçirseniz muvaffak olamazsınız. Neden dostum yok sorusuna verilmiş hastalıklı bir cevaptır.

Bir dostluk tanımı yapacak değilim. Ancak belirtilerinden bahsedebilirim. Bugün aklımda dolanıp duran bu belirtilerden biriydi. Dostluk gerçekte öyle bir şey ki, zamanın ve mekânın ötesine geçebiliyor. Bu ne mi demek? Dostluğun bir kullanım ömrü ve kapsama alanı yoktur demek. Bu belirtiyle test edin bakalım dostluklarınızı, ne çıkacak.


Share/Bookmark

11 Ağustos 2010

Santuri Ben Bey

Hava İstanbul'da 61 derece hissediliyormuş bugünlerde. Normalde 40 dereceymiş de, yüksek nemin etkisini de katarsak epey daha yüksek hissediliyormuş. Sayın meteorologlar, eksiğiniz var. Tedrisatınızı gözden geçirin. Yoğun umutsuzluğun sıcaklığa etkisini de eklerseniz hava sıcaklığı 91 derece hissediliyor, bizzat hissettim. 40 derecede pişiyorsunuz, buram buram terliyorsunuz, 61 derecede tansiyonunuz düşüyor, yağlı yağlı terlemeye başlıyorsunuz, 91 derecede erimeye başlıyorsunuz, terinizle umutlarınızı da atmaya başlıyorsunuz. Olasılıklar olası'lıklarını yitirmeye başlıyor peşi sıra. Belirsizlikler okyanusu İstanbul'un dipleriyle tanışıyorsunuz. Batıkların arasında yüzüyorsunuz. Dip resiflerinde yuva kuruyorsunuz. Kendinizi bıraktığınız dip akıntıları sizi kendiliğindenlik çukurlarına sürüklüyor. Soluğunuz tükendiğinde istem dışı olarak yüzeye sürükleniyorsunuz. Bir iki refleksif ve cançekişmesel derin nefes, ve sonra yine dip... Sistem analizinde negatif geri besleme derler; kendi kendini koşullayıp sürdüren kısır döngü...

****

İranlı Emir elleriyle santur yapıp getirdi. Üzerinde mızrap dedikleri küçük çubukları dolaştırdığınızda dile gelip konuşmaya başlayan mucizevi enstrüman. Ha bire sürükleniyorum başına, gözlerimi kapayıp vuruyorum tellerine. Santur, anlat bana. Ne yapmalı?


Share/Bookmark

2 Haziran 2010

2010 Kültür Mantarı

Hiç uyumayan şehir. Damarlarında tam temizlenememiş kan son hızla dolaşıyor. Derin nefes alamayan şehir. Ciğerlerin müsaade etmiyor, en ücra bronşuna kadar parselli. Gözlerin kan çanağı; uyunamamış bir binyılın yorgunluğu çöreklenmiş akına.

Sokaklarında en derin, en sarsıcı tragedyaların yüz yıl kapalı gişe oynadığı şehir. Nasıl dayanıyorsun buna? Her gün tohumları atılan felaketlerin gözlerinin önünde serpilip boy atmasına kayıtsız kalabilmek nasıl bir olgunluk ya da erdeme işaret ediyor? Sokaklarında karıncalardan pek de farksızca koşuşturan bizler senin gözünde neyiz?

Parmağını oynatacak mecalin var mı? Bir işaret ver, bir şey ima et. Senden umutlananlar bulutların üzerine betonarme binalar inşa edeli yıllar oluyor. O binalar nice başka umuda ev sahipliği yapıyor artık. Çürüyen pis işhanlarında teknolojinin son ürünlerinin satılıyor olması gibi, bir şeyler almış yürümüş ama, altı kahredici şekilde boş. Bunu itiraf ederse hayalleri ve yaşamları poff diye çökecek milyonları bağrında barındırmak nasıl bir duygu?

Gördüklerini algılarken filtreleyebilme yeteneği geliştirmeyenleri allak bullak eden cüzzamlı bir eski zaman güzelisin sen. Sararmış fotoğraflarını ortaya saçıp tükenmiş bugününü unutturmaya çalışan yalnız ihtiyarlar gibisin. Devinmeye mecal bulamadığın bu yatakta sağına soluna açılmış yaralardaki beyaz kurtçuklar gibi kıpır kıpır oluşumuz seni yanıltmasın, günü kurtarıyoruz yalnızca...


Share/Bookmark

8 Şubat 2010

Devinim

İnsan devingendir. Uyurken bile. Uyuyan insanın beynindeki nöral hareketlerinin fotoğrafını çekiyorlar elektromanyetik algılayıcılarla. Olağanüstü bir trafik çıkıyor.

İnsanın iç ve dış deviniminin zamana yazılan izlerinin bir kısmıdır sanat. Plastik sanatlarda bu devinimin izleri görsel yansıma biçimine bürünüyor. Dinamik imgeleri kâğıda yazabilirsin, beze yazabilirsin, çamura yazabilirsin, mucizevi dijital olanaklara yazabilirsin. Öz imgesinin farkında olmayan yazamaz. Yazılı imgelerden kolaj oluşturamaz demiyorum, yazamaz diyorum.

Görsellikten imge okumayı herkes becerebilir mi? Neden becermek zorunda olsun ki? Peki okurmuş gibi yapabilir mi? Pek tabii ki...

O halde önce çıplak krallara parmağımızı doğrultarak başlayacağız!


Share/Bookmark

31 Aralık 2009

Yılın ve Şehrin Son yazısı

Bugün yılın son günü. Aynı zamanda Denizli'deki son yılımın son günü. Bir yeni dönem'i açarak gelmiştim 2000'de. Kendimce alınmış kararlarla. Bir geçmiş muhasebesinin önüme koyduğu kaçınılmazlar'ı başarmak üzere... Daha en başlarında önemli bir kısmını başardığım söylenebilir. Tüm bu sürecin genel ortalaması başarı mıydı? Hayır, pek de öyle değil.

Başarıya endeksli bir yaşam kurmak ve sürdürmek istediğimden değil. Ne yaşadıysan ona göre beklentilerle donanırsın. Bu beklentiler senin bir saniyeni bir sonrakine bağlar, yaşayakalırsın. Beklentilerinin hepsi peşi sıra çökmeye başlamışsa saniyelerin birbirinden kopmaya başlar. Bir zaman yitimi duygusuyla sarsılırsın. Bütünlük duygusu ve algısı kaybolur. Postmodern algıya tiksintiyle mesafe koyan biriysen bu parçalı algı sende bir yabancılaşmaya yol açar. Bir 'gerçek sen' varsındır, bir de parçalı algıyla zedelenmiş yansıman. Beklentilerin bu yansımaya bir türlü söz geçiremez. Bambaşka bir yaşam doğar. Kendisini yeniden ve yeniden üretir ve sen bakakakalırsın.

2000'de bu kısır döngüyü kıran dönemi açmıştım. Ve şimdi bir yenisini açacağım...
Parçalı algıyla zedelenmiş yansımamın yoğun bakım fişini çekeceğimi ilan etmek durumundayım. Değişiklikler olması kaçınılmaz elbette.

On yılın bir muhasebesi daha... Bir yirmi yılı elimizden almışlardı. Memleket onların kirli ellerinden kaçıp nasıl olsa şefkatli ellerimize sığınacaktı. Bekledik... Tertemiz ellerimizi bilekten kesip kendi vitrinlerine astılar. Ve memleket o cansız ellere gitti ardında neler olduğunu bilmeden. Memleketin mazlum başını o artık bizim olmayan ellerle okşayıp o ellerin işaret parmağıyla bizi gösterdiler düşman diye. Sadece ellerimiz değil, bir ülkenin geleceği çalındı. Şimdi ne yapıyoruz? Ellerimiz olmadan resim yapıyoruz. Hiç olmazsa resimlerimize bakın!


Share/Bookmark

24 Aralık 2009

Egosantrizm

Bazı insanlar vardır, gelmiş geçmiş tüm evren kuramlarına meydan okurlar; tüm galaksilerin, tüm yıldız, gezegen, asteroid ve kozmik partiküllerin kendi etraflarında döndüğü varsayımı, hatta varsayım ne ki, kabulü ile yaşarlar. Big-bang onların içinde cereyan etmiş ve evren kendilerinden türemiştir. Evrenin merkezi olursun da, her şeydeki gizli öznenin, amacın sen olduğuna inanmaz mısın? Hem de nasıl.

Hiç böyle bir insan olmadım. Çocukluğumda Erich von Daniken okumaktan olacak; uzaydan geldiğime ve içimde metalden bir iskelet olduğuna inandığım bir kesit var, itiraf ediyorum. Ama yaşadıkça acı gerçeği gördüm. Etten, kemikten, mukozadan ve gayet sıradan bir insandım. Truman Show misali, ki o film ortaya çıkmadan uzun yıllar önceydi, acep tüm bunlar bir oyun mu dediğim de olmuştur. Ama o kadar. Egosantrizmin gayet aptalca ve küçültücü bir şey olduğunu iliklerime kadar hissederek yaşıyorum şimdi.

Lafı nereye mi getireceğim? Biraz sabredin. Bazı tipler var, sürekli her şeyden şikâyetçi olur, beğenmez, iç yüzüne bakmaz, evrenin merkezi olan kendisine gösterilmesi gereken asgari saygı, hürmet ve tapınmayı görememekten demoralize olurlar. Akşama kadar yakıcı güneş altında milyonlarca kalori yakarak çalışmış bir inşaat demircisinin eve dönüş yolunda ter kokusu yaymasının, üstelik ter kokusu taşıyan molekülleri kendi kutsanmış burnuna ulaştırmasının ne kadar kötü, çirkin, hayvanca olduğundan bahsederler. Öyle ya, henüz temeli yapılmakta olan inşaatın buharlı duş kabinleri, jakuzileri, duş köpükleri ve plastik ördekleri mevcuttur ama alt seviye insan olan işçi "bana ne, ben ter kokusu yayıp insanlara pislik yapmak istiyorum" demektedir. Üstelik işçinin duş yapabilme olanakları yüce insanımızı enterese etmemektedir. Duş yoksa evine tünel kazıp gitmelidir. O kadar kazma kürek ne duruyordur...

Daha nice şey sayabilirim. Dilencilerin yarattığı "çirkin" görüntü, sokak çocuklarının kent dokusunu "bozması", seyyar satıcıların ses kirliliği yaratması gibi.

"Dün sokak köpeklerinden dert yanıyordun, bugün aziz kesilmişsin" diyebilirsiniz. Ama bi dakika, izah edeyim. O köpeklerin kendilerini besleyen mahalleli ve esnafa minnet borcu olarak geceleri mahalleye bekçilik etmeye çalıştıklarını çok iyi biliyorum. Güdüsel de olsa, böyle. Yapmaya çalıştığım, şartlandırarak köpeklerin bekçilik psikolojisinden çıkmasını sağlamak. On günde epey ilerleme de elde ettim.

Şimdi asıl konuya gelelim; Denizli'nin vaziyeti. Aylardır bir çalışma var; "Yüzyılın Dev Altyapı Hamlesi". Şehirdeki tüm kanalizasyon ve su tesisatı yenileniyor. Bu da demektir ki, tüm sokaklar kazılacak, eskisi çıkarılıp yenisi döşenecek. Yarıya yakını yapıldı. Zor bir iş. Hem yapanlar, hem de halk için. Bir kalkıyorsun, evin önünde su dolu bir hendek. Karşıya atlamak için akrobasi yapıyorsun. Asfalt ve beton yol kalmadı sayılır. Ana caddeler de olmak üzere tüm yollar toprak artık. Yağmur ve sık sık patlayan su tesisatı bu yolları çamur yollar haline getiriyor. Uzatmayayım... Bana ne, yenilensin ama benim yaşam konforumu etkilemesin denebilir mi? Denemez. Amaaaa. Bir sınır var.

İşe giderken, bisikletle şehir içinde tam bir dağ bisikleti parkuru katediyorum. Taşların üzerinden atlıyorum, hendekler, geçiyorum, çamurda ilerliyorum. Bu parkur üzerindeki bazı yollar beşinci kez kazılıyor. Tüm anlayış ve empatiyi gösterdik diyelim. Kazıldı, kapatıldı. Boru çapı yetersiz kaldı, bir daha kazıldı, bir daha kapatıldı. Kalan üç kazı neden? Bir hafriyat aracının saatlik ücretinin dudak uçuklatıcılığı ışığında düşünüyorum. Neden? Altı aydır aynı yol neden sürekli kazılıp kapatılır? Yaşam konforumuzun canı cehenneme, ama bizi sürü yerine koymayın.


Share/Bookmark

23 Aralık 2009

Gecenin Senfonisi

İnsan, ömrünün ortalama üçte birini uyuyarak geçiriyor. Bende bu ortalama beşte bire doğru gitmeye başladı. Erken uyansam da sabahı etmeden uyuyamıyorum.

Bizim binanın arkasında bir boş bölge var. Bir kısmı park. Orayı mekân eylemiş iki üç köpek ve birkaç tosun kedi doğuştan düşmanlıklarını bir konsensüsle aşmış, "yaşasın türlerin kardeşliği" şiarı etrafında yaşayıp gidiyorlar. Çevre apartmanlar ve dükkânlar onları benimsemiş, besler olmuş. Gündüzleri sevgi ve şafkatle özetlenebilecek duygularla yanlarından geçer, arada bir hoşbeş ederdim. Geceleri ne yaparlar bilmezdim. Şimdi en azından köpeklerin ne yaptığını çok iyi biliyorum. Sabaha kadar bölgelerini savunuyorlar. Nasıl mı? 5 saniyelik aralıklarla havlayarak.

Yatağımda uykuyu umutsuzca çağırırken havlamalarını sayıyorum. "Yok canım" diyorum, "herhalde 100 havlamadan sonra biraz olsun susarlar". Her defasında yanılıyorum. Saat 3 gibi montumu giyip çıkıyorum. Karşıdaki dersanenin önüne dökülü çakıllardan bir avuç alıp mekânlarına gidiyorum. Ortalama insan tipine gösterdikleri jestlerle, havlayarak üstüme doğru koşmaya başlıyorlar. Ben de ayaklarımı yere vura vura onlara doğru koşup çakılları etraflarına doğru savurduğumda birbirlerine bakıp kaçıyorlar. Sonra bekliyorum. Birkaç farklı sokaktan aynı mekâna sızma girişimlerinin hepsini benzer şekilde püskürttüm mü, tamamdır. En azından bu günlük, bölge savunmalarını dağıtmış oluyorum. Eve dönüyorum. Yine uykuyu çağırırken bu kez kalorifer tesisatının ani ısınma ve soğuma çığlıklarıyla karşılaşıyorum. Boruların tahta döşemeden çıktığı yerlerde genleşme sırasında bir gıcırtı çıkıyor ki, köpek havlamasından beter. Kalkıp su içiyorum, dışarıyı izliyorum. Saat beşe geliyor. Yine yatıyorum. Ama sabahın mahallemizdeki ilk müjdecisi olan kargalar mesaiye başlıyor. Boş alanda öyle bir yankılanıyor ki sesleri. Mekanik bir cihazdan çıkarcasına yırtıcı ve sert sesleri var. Artık öfkelenecek enerjim bile bitmiş. Umarsızca dinliyorum...

Bir süredir her gecenin özeti budur. Önceden ben mışıl mışıl uyurken neler oluyormuş meğer.


Share/Bookmark

15 Ağustos 2009

Pardus

Blogun sağ sütununda bir süredir arz-ı endam eden Pardus logosu dikkatinizi çekmiştir. Birkaç hafta önce resmi web sitesinden istediğim "Pardus Kurulan CD" dün elime geçti ve kurdum.

İlk izlenimlerimin hemen hepsi olumlu. Arayüze alışıncaya kadar biraz zaman geçecek.
En sevdiğim yanı, herhangi bir işi yapacak bir programa ihtiyaç duyduğunuzda internete girip "bu işi yapacak en uygun program hangisidir, nereden bulunur, paralı mıdır" boğuşmasına girmiyorsunuz. Direkt sistem menülerinden Linux tabanlı işletim sistemleri için o an mevcut olan tüm uygulama türlerine erişip "yükle" deyip yükletiyorsunuz. Genelde açık kaynak kodlu GNU lisanslı ücretsiz programlar kullanılıyor ve bu programlar Windows uyumlu olanlara göre çok daha az disk alanı kaplıyor.

Bir de virüslere bağışık bir sistem olduğu için sizi çalışırken ağır bir anti-virüs programı yükünün altında ezdirmiyor. Bu hem kıyaslanamayacak bir güvenlik, hem de bariz bir hız fazlalığı demek. Tüm online uygulamaları daha hızlı çalışıyor. Sistem arayüzünü özelleştirmek, yeni seçenekler katmak, şu bu gibi konularda o kadar çok seçeneği var ki.
İşletim sistemini kurarken hiç bir donanımı kurmam gerekmedi ve şu an tıkır tıkır çalışıyor hepsi.

Yaz yaz bitmez... İki günlük Pardus keşfimin sonuçları bunlar. Daha keşfedecek çok şeyi olduğunu biliyorum.


Share/Bookmark

6 Ağustos 2009

Ölümüne Yanılsamalar Serisi-1 : "İşimi Seviyorum"

Sabah uyanıyorsunuz, aslında bir o kadar daha uyuyabilirsiniz. İçinizden, çook derinlerden bir emir geliyor; kalk!

O emre küfrediyorsunuz ama itaat etmemeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz. Ne için erken kalktınız? Uğruna erken kalkıp yetişmek için azami gayret sarfettiğiniz bu etkinlik ne ki? Yıllardır bu etkinliğe bir gün bile şaşmamacasına katılıyorsunuz. Çok seviyor olmalısınız. Ömrünüzün en verimli 25, 30, 40 yılının gündüzlerini silme bu etkinlikle dolduracak olmanızın başka ne açıklaması olabilir ki, siz işinizi seviyor olmalısınız!

Denklem kuralım; yaşarken ihtiyaçlarımız (bir kısmı gerçek, bir kısmı zorlama) oluyor. Bu ihtiyaçların hepsini kendi çabamızla karşılayamayacağımızdan yola çıkıp iş bölümü yapıyoruz. Sen ekmek pişir, sen ev yap, sen çocuklara ders ver, sen patates yetiştir gibi... İş bölümünde aldığımız bu görevlere de meslek adını veriyoruz. Böyle bir işbölümü olacaksa en iyisi, yetenekli olduğumuz ya da sevdiğimiz işi kapmaktır, öyle değil mi? Ama ben pek o fikirde değilim.

Eğer sevdiğiniz bir işi artık sevmemek istiyorsanız ya da daha kötüsü, nefret etmek istiyorsanız, onu mesleğiniz olarak seçiniz. İnsan aklı farklılıkları algılayıp analiz edebilmek eğilimindedir. Farklılıklar azalınca algı zayıflar. Bilinçli etkinlikler yerini otomatikleşmiş etkinliklere bırakır. Ne yaptığınızı çok farketmeden yapmaya başlarsınız. Beyin, yerini beyinciğe bırakır. Bu bir çeşit yabancılaşmadır aslında. Her gün aynı işi yapıyor olmak bunu getirir. "Ben işimde kendimi geliştiriyorum" diyenler olabilir, onları da düşündüm ve brifing vermeleri için külahımı masanın üzerine bıraktım, çekinmesinler.

İş, sevilemez. Çünkü o iş'tir. Hayatta kalmak için buna zorlandığınızı farketmediğiniz kısa bir süre boyunca onu sevebilirsiniz. Ama bir gün gelir ki, sizi geleceğinizle ve alıştırıldığınız yaşam konforunuzun (yoksa sefaletinizin mi demeliyim) bekasıyla tehdit edip kendisine sımsıkı sarılmanızı zorunlu hale getiren bir yılana dönüşür. O andan itibaren ondan nefret edersiniz. Ama bunu asla ona itiraf edemezsiniz. Ederseniz anında defterinizi düreceğini bilirsiniz. Herkesin bildiği bir sırdır işin sevilemeyeceği, ama bu sırrı açıklayana pek rastlanmaz. Açıklayanlar da tutunamayanlar kontenjanına yollanır, dışlanır. Korkarsınız.

İş yerleri zoraki birliktelik mekânlarıdır. "İş arkadaşlığı" diye fantastik bir kavrama yuvalık eder. İş arkadaşlığı diye bir şey gerçekte yoktur. Yaşam içinde düzenli olarak bir arada bulunulan insanlara "arkadaş" denmesiyle başlayan bir yanlış tanımlamadır. İşyerinde olan ilişkiye arkadaşlık demek acınası bir şeydir. İş denilen zoraki etkinliği yaparken zoraki olarak bir arada tutulan insanlar birbirini gerçekten sevemez. Kendini çaresiz hisseden insanların farkında olmadan içine girdikleri çıkar dayanışmaları haricinde bir yakınlık bulmak olanaksızdır. Neden mi? İş'in doğasından.

Peki neden "işimi seviyorum" nidaları semalarımızda romantik bir şiir gibi, her gün milyonlarca kez yankılanır? Yaşamımızı bu gerçekdışı telkin üzerine kurmuşuzdur çünkü. İnsanca yaşamdan uzak oluşumuzu, yıpranmamızı, sömürülmemizi, harcanmamızı, ömrümüzün altın yıllarını ona verişimizi, mutsuzluğumuzu görmeyip kariyer edinmek, bir iki yanardöner eşyanın sahibi olmak ve arada bir övülüp pohpohlanmak çabasıyla geçen ömrümüzün gözlerimizi kamaştırması için bu kartondan temelin sağlam durması gereklidir. Boşunadır, mutlaka çöker. Ama olanlara başka adlar konup gizlenir.

Evet, "işimi seviyorum!" Çok ağır psikoterapilerdeki telkin cümlelerini anımsatmıyor mu?

İşini sev, yoksa öldürür seni.


Share/Bookmark

21 Temmuz 2009

Ekstrem Spor

A-Hafta sonu rafting yapmaya gidelim mi?
B-Neden ki?
A-Çok eğlenceli
B-Öyle mi? Bilmeden yapmak tehlikeli değil mi?
A-Botu işin uzmanı adamlar kontrol ediyor
B-Peki sen ne yapıyorsun?
A-Eğleniyosun
B-Hımm... Ama o zaman raftingi yapan onlar oluyor, sen konu mankeni oluyorsun
A-Olsun yaa, sen hoplayıp zıplayıp adrenaline tavan yaptırıyorsun
B-Rafting doğa sporuydu, değil mi?
A-Evet, hem de en ekstrem olanından
B-Ben hafta sonu bisiklete bineceğim.
A-Abi, değişiklik yap biraz, her hafta sonu bisiklete biniyorsun, Denizli havalisinde çıkmadığınız dağ tepe, inmediğiniz vadi kalmadı, yetmiyo mu?
B-Neden yetsin ki, tepeleri bitirince bırakacağım dememiştim ki,
A-Yaa anlatamıyorum, değişik tatlar dene, yamaç paraşütü, banci camping, skuba dayving, rafting, kaya tırmanışı. Hem çok kolay abi
B-Çoğu ilgimi çekmiyor ki
A-İnanmıyorum, sen nası bi insansın yaa,
B-Şöyle izah edeyim; raftingde eline bir kürek veriyorlar, bir iki cümleyle yapacaklarını anlatıyorlar ve sonra her şeyi onlar kontrol ediyorlar, sen sadece hoplayıp zıplıyorsun, yamaç paraşütü... Tandem paraşütte adam her şeyi yönlendiriyor, sen adamın kucağındasın, bir şey yaptığın yok, banci camping, seni bağlayıp yoyo gibi salınmaya bırakıyorlar, bir şey yapmıyorsun. Bunların neresinde spor var, pek çözemedim. Dersen ki böbrek üstü bezlerin reaktöre dönüyor, adrenalin seni kıvrandırıyor, o ayrı bi şey. Spor yapıyorum diye kendini kandırmaya gerek yok, masrafa da gerek yok. Rus ruleti oynamanı önerebilirim. Adrenalin kulaklarından fışkırır emin ol.

Bana gelince; bölgede çıkılmadık tepe bırakmamakla ilgilenmiyorum. Her parkurun kendine özgü özellikleri ve zorlukları var. Her birinde başka teknikler öğreniyoruz. Bisikleti seviyorum ayrıca. Adrenalin salgısının çoğaldığı anlar da oluyor elbette, şikâyetçi değilim.
Ama dersen ki, az önce saydığın "ekstrem spor" dallarında anlatacak anım, aleme görünecek fotoğraflarım olsun, buyur devam et.

Şimdi düşündüm, doğa sporu etkinliğinde boy göstereceğim diye parayı bastırsam ve tandem (iki sürücülü) bisikletin arkadaki selesine otursam, sürücü asıl mahareti sergilese ve ben de sadece düzlüklerde pedal basıp işin parçasıymışım gibi yapsam, sonra "mountain biker" kostümlerimle çektirdiğim bin tane fotoğrafla sosyal ortamlarda debelensem nasıl olur diye...
A-Yuhh diyorum abi, sen de amma kasıyosun haaa.
B-Evet, işte tüm bu disiplinli kasma olaylarına da biz spor diyoruz :)


Share/Bookmark

15 Haziran 2009

Benzeşim, Çağrışım













































Etrafımdaki nesneleri bir şeylere benzetiyorum hep. Bu benzeşimleri kalıcı hale getirmek ve paylaşmak lazım arada bir. Monitör ve sürüngen.


Share/Bookmark

12 Haziran 2009

Kedi

Bugün bu kediyle epey oynadık.


Share/Bookmark

29 Mayıs 2009

Pagerank

Blog ziyaretçilerimden birinin düzenli olarak blogumun "pagerank"ını ölçtüğünü görüyorum. http://livetr.org/ sitesi üzerinden. Merak uyandırdı. Kim acaba, sakıncası yoksa ses versin.


Share/Bookmark

28 Mayıs 2009

Pencere

Eskimekten bir hâl olmuş penceremiz de hazır.


Share/Bookmark